Suriye güvercin gözlü ülke ya da Şam’a dönüş...
Mevlana, Şam çarşısında simsiyah keçeden bir elbise içinde Şems’in gözlerini görünce o güne kadar okuyup yazdığı, görüp yaşadığı, yazıp çizdiği her şeyin birden bire anlamsızlığını fark etmişti. Şems kadar Şam da semboldü şüphesiz fakat mekan ile insan arasındaki derin bağı duymak açısından Şam’ı bir kez olsun görmek yeterliydi. Adonis, Nizar Kabbani, Feyruz değil bir başına Muhiddin-i Arabi, yetmedi Selahaddin-i Eyyubi de gereklidir. 2. Abdülhamit’in yaptırdığı Hamidiye Çarşısı’ndan çıkıp da Süleymaniye Külliyesine yöneldiğinizde son İslam Uygarlığı Osmanlı’nın model dünyasıyla da karşılaşırsınız. Kaderin cilvesi, son Osmanlı padişahı Vahdettin’in mezarı da burada karşılar sizi. Başınızı kaldırıp, ileriye, Kasyun Dağı’nın eteklerine yönelttiğinizde ise beyaz güvercin bulutu serpintileriyle buluşursunuz. İçinizden, Suriye, güvercin gözlü canım ülke, Şam dönüş miti hiç bitmeyecek güzel belde diye mırıldanırsınız.
Her ülkeyi her beldeyi sevmek için çok sebep vardır mutlaka ama bazı sevgiler de şiir gibi içten yaratılır. Savaştan önce iki kez gittiğim Şam bende bir Akdeniz şiiri atmosferi yaratmıştı. Yumuşak huylu tertemiz insanları, zarif kadınları, sıcağın bile ipeksi dokunuşları, geçmişle bugünün cümbüşü iç içeydi. Bununla beraber her diktatörlükte olduğu gibi gözle görülür bir korku iklimi ve Beşar Esad’ın gölgesi her yerde hissediliyordu. Onun imzasıyla elimize verilen izin kağıdı pek çok kilidi açıyordu açmasına fakat Emevi Camii’nin minarelerine çıkmak istediğimizde onlarca yıldır kimsenin buna cesaret edemediğini görünce sarsılmıştık. Söylenildiğine göre Esad’ın sarayının boyuna varacak hiçbir noktadan şehre bakılamazmış. Oysa biz Şam belgeseli çekiyorduk ve Emevi Camii şerefelerinin bakışını kameraya almadan şehri yansıtamayacağımıza inanıyorduk. Sanırım Ramazan El Buti’nin yardımıyla amacımıza ulaşmıştık. Minare merdivenlerinden çıkarken mekanın nasıl kelepçelendiğini, ışığın, tozun, güvercin yumurtasının hasılı zamanın boğulduğunu hissetmiştim ben.
Hamidiye Çarşısını Emevi Camiine bağlayan bölge Şam’ın şahdamarıydı. Vaktiyle bir Pagan mabedi bulunan bu bölgenin üzerinde sonra Hristiyanlık, en sonu da İslam çiçek açmıştı. Oleg Grabar’ın dört ciltlik abidevi çalışmasını ( Erken Dönem İslam Sanatı ve diğerleri ) okumadan sanat adına burada ne olup bittiğini anlamak imkansızdır. Şam, sanatla kurulmuş inanç ve şiirle yoğrulmuştur. İktidar ne zaman oraya kurulmaya çalışsa mutlaka bir bozgun yaşanmıştır. ( Mehdilik inancında da fitne oradan başlatılır.) Şam’ı okumak o yüzden dikkat gerektirir.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a ve dolayısıyla Şam’a düşkünlüğünü anlamak için ise İbn-i Arabi’yi keşfi önemli bir aşamadır. Önce Halid bin Velid’in fethi ile Bizanstan alınan sonra da Emeviler eliyle teolojik bir merkez vasfı kazandırılan şehri, İbn-i Arabi neşvesiyle yeniden yorumlamak istemiştir sanki. Dımaşk ( Şam), Ürdün, Filistin ve Lübnan bir manevi anasır-ı erba hüviyetindedir ve bunlardan biri olmadığında hayatın dengesi bozulur. Dahası, Timur, Anadolu’ya gelirken burada da bulunmuş, İbn-i Haldun’u kabul etmiştir. Mukaddime yazarının, Semerkant’a gitmemek için Timur’a nasıl inceden dil döktüğünü ve başarılı olduğunu yazar kaynaklar. Hasılı Şam’a adım attığınızda, Emevi Camii’ni geçip Navhara Kahvesi’nde soluklandığınızda bile havada dolaşan geçmişin yoğunluğu yakanızı bırakmaz. Şam her an bestelenecekmiş bir şarkı melodisi gibi dudaklarınızda kıpırdar. Nane, limon, taze sabun kokusu gül yaprağıyla bezenmiş lokumlar, lezzetlerine doyamayacağınız yemekler size göz kırpar…dı…
Fakat melun rüzgar, vaktin kötülük çarkı, içerdeki zalimlerin pervasızlığı, dışardan yüklenenler körlüğü, bir sokağına daldığınızda 12.yy’ı idrak edeceğiniz Şam, baştan aşağı Suriye, ateşe verildi. Zeytinlerin gözü yandı. Zalimin eli daha da kanlandı. Çarşılar söndü. Güvercinlerin taklası dindi. Selahaddin-i Eyyubi’nin Kürt- Türk- Arap arasında ördüğü gökyüzü kafesi bir kez daha çatlatıldı. Rus, Amerika, Fransız demeden tür tür sesler Halep’ten Humus’a, Lazkiye’den Tartus’a kol gezdi. Milyonlarca insan yatağına bir daha dönemedi. Ölüm katran kaynattı. İbn-i Arabi mezarında yan dönmek istedi. Vahdettin’in mezar taşındaki yaldız soldu, 2. Wilhelm’in saygıyla onarttığı S. Eyyubi’nin mermer sandukası çatladı. Feyruz’un iniltisi daha yanıktı. Nizar Kabbani aşk olduğu için unutuldu. Adonis, Paris’te acıdan gerildi, nefesi ateş olup içine aktı.
Şimdi bir şey oldu. İzlediğim bir videoda Beşar Esad’ın babasının büstü cayır cayır yanıyordu. Bir sinema filminin açılış sahnesinde olduğu gibi Hafız Esad’ın iri burnu, yüzün güvensizlik dolu yarısı, alevin tokatlarıyla buruşuyordu. Zalimler, diktatörler ölüp gidiyordu işte. Şam’a bu kez, Şam’ın, Suriye ve Lazkiye’nin gençleri dönüyordu. Bu bir illizyon, bu bir yanılgı, bu bir inanılması zor sahne bile olsa, onca kıyım ve yıkımdan, kan, acı ve yoksulluktan sonra, umut, bir varoluş ışığı yanıverdi. Umulur ki acı bu kez onarıcı ve yol gösterici olur. Güvercin gözlü canım Suriye’nin ayağına taş düşmez. Şairler le beraber, belki de ömrün son bir armağanı diye Şam’a dönmek nasip olur.