Karşı Roman ya da Ali Ayçil’in Kurtları...*
1960’ların sonlarıyla 1970’lerin ortası arasında doğan bir kuşak var. Şair, öykücü, denemeci ve romancı sayısı azımsanamayacak durumda olmasına rağmen, Türkiye’nin ölçüt sorunu bir türlü herkesi yerli yerine oturtamıyor. Oysa bu nesil çoktan verim dönemini yaşıyor.
İçlerinde dergi çıkaranlar da oldu. Düşünce dünyasına el atanlara da rastlandı. İdealizmin temel belirleyen olduğu bu dönemde edebiyatın iktidar ve güç odağıyla ilgisi de esaslı bir sınav verdi. Şu veya bu derecede yetenekli kimi isimler, yaygın, baskın ve köksüz iktidar süreğinin yedeğine girmekte, çenesini takınıp bir işlev aparatına dönüşmekte iştah gösterdiler. Kontrolsüz her gücün fütursuzluğu onları pek ilgilendirmedi. Bu sebepten görece hareketlilik niteliksizliğin çağlayanında kendi şenlik sesleri arasında akmasını hala sürdürüyor.
Ali Ayçil, şairliğinin yanı sıra denemeci ve anlatı yazarlığıyla da kendi yolunu açıp genişleten isimlerden birisi. Dergiciliği ise bu vasfının başka bir yönü. Tam da, altın bir zamanlamayla yeni bir roman sundu okura. Karşı Roman, yürüme metaforu içerisinden anlatıcının kendi geçmişine, yaşadığı hayata ve bununla birlikte Türkiye’ye doğru bir ilerlemesi. İlerleme diyorum, bilerek, çünkü, Karşı Roman, her tür çekiniklikten beri, atağını söz ve biçim oyunlarına kurban etmeden hareket eden bir döngüselliğe sahip.
Anlatıcının kullandığı ‘spiral’ nitelemesi hedeflenmiş, yatay ve dikey bir bilinci işaret etse bile yaratıcı döngü ana karakteridir. Elden bırakmadığı yazabilme yeteneğini akışkan üslupla birleştirmesi, kitabı konuya kurban etmekten kurtarırken, mevcut kolaycılığa da nazikçe meydan okuyor. Bir metnin hayat ile ilişki kurma başarısı kurmacada gösterdiği dereceye bağlıdır.
Kurmaca değeri yükseldikçe hayatla benzeşme hızı artar. Mekan, zaman ve birey arasında salınımlanan ve mekanın( kiralık ev, şehir, yol, cam kenarı vs) bedenle birleştirilerek kişiselleştirilmesi ve ritmi elden bırakmayan coşkusuyla Karşı Roman, ortamın tozuna, dumanına, kirine pasına, cırlak olduğu kadar yapay seslerine karşıda volümü bilerek yüksek tutulmuş, melodik bir karşı çıkış. Zaten, müzik de taşra ile metropol arasında ana sağaltıcılardan birisi olarak çalışır metin boyunca. Miles Davis İle Davut Sulari birbirini boğmadan yaşarlar.
Romanının baş kahramanı Mehmet, Mehmet Manas, taşradan İstanbul’a gelmiş, fakat taşradayken taşrayı çözmüş, ve taşralılığı İstanbul’da yaşatmaya değil, taşrada kendisini var eden dinamiklerin özünü, entelektüel çabası ve mizacındaki ‘karşı’ kişilikle alt ederek önemli bir varoluş savaşı vermiştir. Bunda, başta boşanma davası avukatı sevgilisi Berna ile sonradan dahil olacağı Umut Yayın ve Kitabevi gibi mekanların etkisi vardır. Bir tekinsiz eylem diye düşündüğü ‘yürümek’ sayesinde, Mehmet, ‘Durgun Don’u, Sefiller’i ve Kiralık Konak’ı heceleyerek büyüyen, ‘gerçek bir şehirde gerçek bir insan olarak yaşayan’ sevgilisi Berna sayesinde, ‘Bizans Tarihçileri’nin çizgisinde kalmaktan da kurtulur. Bu bakımdan bir tür Mümtaz- Nuran güncellemesidir de Karşı roman. Sadece, Huzur değil, Tolstoy’un Diriliş’ başta olmak üzere pek çok kitap, Mehmet’in kişiliğinde yaşar-değer’e dönüştürülür. Tarih’i daha en yakın çevresinden başlayarak reddeden kahraman ‘Karşı Tarih’in zor fakat kişilikli çizgisinde durmayı yeğler.
Bunu da sorgular elbette. Annesi ve kurtlar tarafından bilerek ve kurban diye mi seçilmiştir? ‘Henkür menkür’ cinsinden bir geçişkenliğin mi içindedir? Yoksa, ‘öğretmenler ve kurtlar, Kırıkkale ve Parabellum, Taşra Avukatı ve Boşanma Avukatı, esmerlik ve sarışınlık (zencilik ve beyazlık diye de okunabilir), Hikayeci Necdet ve Su Teissatçısı Cazip, Mümtaz ve Pervin’ bütün bunlar, oluşun sebepleri midir? Bu konuda, arada kalmayı tercih eder yazar. Eğer, ‘yaşam bir karşı tarih’ ise, o, ateşin, kötünün, kışın, yalanın, aşkın, ölümün, yalnızlığın içinden geçmeden nasıl mümkün olsun?
Mekan kaçınılmaz olarak hafızayı çağırır ve bu bağlamda Mehmet Manas, ‘hafızam neden pek çok yaşantıyı hemen o an unutuyor da bazı anların hatıraya dönüşmesine asla müsaade etmiyor’ diye sorar haklı olarak. Ona göre bunun sebebi acıdır ve ‘hafıza sadece durmadan acı vereni muhafaza eder’. Çünkü kar ve tipi, çünkü soğuk ve kurtlar, çünkü karla kaplı yollar, çünkü öğrencilerine av gibi bakan öğretmenler, çünkü Bizans tarihçileri ve halka halka insanın içine hücum edenler, hafızanın elinde ağ olmaktan çıkarılıp, mizacın yakıtına dönüştürülürler. Çünkü, ‘karşı tarih bir çocukluk vazifesi bir anne ödevi, annenin çocuğuna çektiği bir kader çizgisi’ diye, bilinçle teslim alınmıştır.
Karşı Roman’ın kahramanı, yola çıkıp, yürümesini sürdürürken ‘ bir hatırlamanın değil savunmanın’ peşindedir hep. Bir zaferin ve kazanmanın peşinde değildir. Karşı Roman, en az bir yirmi yıldır her tür zihni iğdiş ameliyelerine karşı bir uyanıklık metnidir bu bakımdan. Karşı tarih ile tarih, şarışınlık ile esmerlik arasındaki ayrımı şöyle çizer; Karşı tarihin zafere ihtiyacı yoktur. Tarih’in ve Bizans Tarihçileri’nin parmakları iri yüzüklerle donananlar ise mülkiyetin çekiminden kurtulamazlar.
Güç ve mülkiyet hırsının güçlü bir vakum gibi zamanımızı çekmeye çalışıp kendi ülküsünce ilahiyatlar türettiği bir dönemde, karşı tarihin, neşvesini, yazar bilincin uyanıklığı ile ayakta tutacağına inanmaktan öte yol gözükmüyor. Ali Ayçil, Karşı Roman’ın vasfında, çözülüp gideceklerle, ebediyen kendi dillerinin asaletinde, edebiyatın adıyla yaşayacaklar arasına belirgin bir hiza çizgisi çekiyor.
* Karşı Roman. Ali Ayçil. İletişim Yayınları.