İki an bir anda birden...
İkinci bir ânı ilkinin beklenmedik şekilde beni alt üst etmesine borçluyum. İlkini zihnimde evirip çevirip de yerli yerine oturtmaya çalışırken ikincisi yılların arasından uyanıp geldi. Aslında hiçbir yönden birbirleriyle ilgileri yoktu. Aralarında büyük bir zaman farkı olduğu gibi mekânlar arasında da yüzlerce kilometre vardı. Fakat zihin denilen mekanizma bazı şeyleri yüzlerce kilometre değil, binlerce kilometre uzağa fırlatıp onu hayatsız bırakırken çok çok dipte unutulmuş, belki de o denli değerli olmayan anıları, yaşam parçalarını, bir kayıp parçası bulunmuş antik bir vazo sevinci benzeri önümüze koyuveriyor.
Arabamın sağ ön lastiğine dair basınç sorunu her kullandığımda bir acil son dakika gelişmesi gibi göstergelerin içinde parmak sallayıp duruyordu. Birkaç müdahale sonuç vermemişti. Bu konuda uzmanlaşmış çocukluk arkadaşımı telefonla arayıp uygunsa hem kendisini görmek istediğimi hem de hızlı ve kısaca özetlediğim sorun konusunda yardımına ihtiyaç duyduğumu söylemiştim. Planlanan zamanda yanındaydım. Bütün ayrıntı ve ihtimalleri değerlendirerek meseleyi halletti. Ayrıca sorunu kafamda büyütmememi salık verdi. Çayını da içtikten sonra izin istedim. Bulunduğum mevkiye yakın bir yerde başka bir işim vardı. Oraya nasıl çıkabilirim dediğimde; çok kolay şu trafik ışıklarından sağa dön, sonra da navigasyonunu aç, hemen kolayca varırsın, dedi.
Aracımda navigasyon cihazı yok, cep telefonuyla da uğraşacak halde değilim. Zaten gidilecek yerler birbirinden kopuk değil. Geldiğim yöne geri gitmemek için sordum üstelik. Farklılığı, yan yola sapmayı hep severim. Sonunda ışıklardan sağa saptım. İçgüdülerimle tabela yönlendirmelerini birleştirdim. Bir iki tereddüt yaşadıysam da sonunda istikamet yolunu buldum. Varacağım yerin tabela akışını kaçırmamaya çalıştım. Bazı yolları, bazı yollara benzettim. Bazılarından daha önce geçtiğimi sandım. Gözüm tabelalardaydı fakat birden o bir an beni avucuna aldı. Kuru yaprak sayıp büktü. Çıt çıt sesler çıkardı. Yabancıydım. Sağa da sola da. Bütün binalar bana meçhuldü. Bir anda, şehrim elimden düştü. İstanbul silindi. Herhangi bir yer oldu. Isırgan. Dişli. Yüksek binalar, cam cepheler ve insan beynini ezerek geçen yoğun trafikli yollar. Hareket ve kütle bir ölüm kemendi misali boğazımı sıktı.
Her gün neredeyse aynı yönde hatta aynı saatlerde vapura, tramvaya, bilemedin metroya bine ine geçip giderken şehrin çehresine mi yabancılaşmıştım? Yoksa çok barbar, çok yabancı, sert ve acımasız bir örgü çoktan her yanı çevirmiş miydi? Yoksa bu şaşırma, an içinde yer, yön kaybına uğrama çocukluktan gelen bir yanılsamacılık kökü müydü? İşte o an ikincisi devreye girdi. Yanakları soğukta al al olmuş uslu bir çocuk gibi hafiften burnunu çekerek ilk mindere oturdu. Soğuk elin parmağı yanık elin parmağına dokundu. Hissizlik gerilmiş keten halat halinde tozlar savurdu.
İlkokula gittiğim zamanların birinde bir teneffüs arası çiğdemlerin boy attığı, karların iyiden eridiği vakitte nasıl olsa yetişirim hevesiyle çiğdem toplamaya gitmiştim. Okul duvarlarını aşıp da şu mini tepe aşılınca alev alev patlayacaktı çiğdemler. Ben de sınıfa elimde bir çiğdem demetiyle dönecektim. Nefes nefese ve yüzüme çarpan keskin, taze bahar havasını duya duya tırmanmış ve tek tük çiğdemlere rastlamıştım. Arada bir öbeklenmiş kar parçaları güneşin altında ıslak ışıkla parlıyordu. İçimden bir ses biraz ileride küme küme çiğdem bulacağım yönündeydi.
Çocuk en takıntılı canlıdır. Yeter ki kafasına koymasın. Durmak ile gitmek iki bıçak ağzı misali sürtünür onda. Kolumda saat da yok. İçgüdüyle teneffüsün sona erip ermediğini hesaplamam gerekiyor. Hızla çıktığım tepeyi indim. Elimde çiğdem demeti okul duvarını aştım. Kimsecikler yoktu. Demek bitmişti teneffüs. Ama ne zaman? Az önce mi? Umutlu kararlılıkla kapıyı vurdum. Masada iri yarı gözlüklü bir öğretmen oturuyor. Hafızamda sadece bu anda var o öğretmen. Bütün öğretmenlerimi isim isim biliyorum. Bu adam kimdi? Zihnim onu ipe çekmiş. Sadece o anda donmuş. Yüzü kertilmiş yaş misali. Sınıf bana bakıyor. Elimde çiğdem demeti. Boynum çiğdemler benzeri yana yatmış. Bana şairane bir heyecanla teneffüs arası çiğdeme koşmuş bir çocuk değil de bir serseri muamelesi yapıyor öğretmen. Ellerim yanıyor. Nedense, arabanın içinde sağımda solumda yükselen ve hiç benim olmayan şehir, o bir an beni işte o ana götürüyor.