Hüthüt müydü yoksa...?

Aradaki bir saatlik zaman farkını hesaba katmayı unutmuştum. Yaşadığım şehre göre ve alıştığımdan daha erken vakitte dışarıda bulmuştum bu yüzden kendimi. Yine yürüyecektim. Bu kaçıncı dünya şehriydi? Saymak istemedim. Dünyanın her yerinde sabahlar hem farklı hem de birbirinden güzeldir. Dün gece meçhul ışıklar içinde geldiğim bu yer içimde sonsuz bir belirsizlik çağrışımı yapıyordu. İyice birbirinin taklidine dönüşen havaalanları, pasaport kontrolleri, free shoplar ve çıkış kapılarında birer avcı kuş gibi bekleyen taksicilerin pençesi geride kalmıştı. Yorgunluk insan bedeninin ruhuna armağan ettiği geçici bir teselli armağanıdır. Ben bu teselliyle bir süre deliksiz uyuduktan sonra yavaş yavaş yatağımı sonra da içinde bulunduğum anın idrakinin yabancılığını fark etmiştim. Sonra da uyuşuk bir geçmişin tuzağına düşmemek adına hızla kalkmış ayakkabılarımı giydikten sonra kendimi otelin lobisinde bulmuştum. Sırtıma ısırıklarla saldıran klima havasına aldırmadan dışarı çıkmıştım. İşte şimdi gözlerim, kulaklarım dahil parmak uçlarımdaki hissiyata kadar buradaydım.

İlkin ummadığım bir sabah kuşunun içli fakat arkaik ötüşü dürttü beni. Yıllar yıllar önce bir Kudüs sabahında duymuştum buna benzer bir sesi. Etrafa şöyle bir göz gezdirince hurma, palmiye ve frezyalar arasına serpiştirilmiş ve yeni çiçeğe durmuş bitkilerle karşılaştım. Yine de boyna yapışıp da gün boyu bir mahkumu sürükler gibi oradan oraya savuran sıcağın şiddeti henüz yoktu. Fakat havadaki koyuluk içten içe onu hissettiriyordu. Şimdilik tabiat kendi filitreleri, duvarları, elekleri hatta oyunlarıyla erteliyordu sıcağın saldırısını. Yaşayanlar bilir tabiatın bazen vahşi bazen de çocukçu oyunbaz bir huyu bile vardır.

Bu an kararsızlık içinde bocaladığından olacak olup bitenin gerçek hükümranı kim belli değildi. Bu halden cesaret alarak sevinçle yürümeye başladım. Yürüdükçe ayaklarımın altındaki mekan belirginleşti etrafımda çok becerikli bir pasta ustasının özenerek yaptığı çok katlı ve geniş binalar çoğalmaya başladı.

An içinde mekan maketleri üst üste bindi.

Bir yere beklentilerimiz kadar önyargılarımız yetmedi yalan yanlış hayallerimizle de varırız. Nicedir hayal kurmayı, beklenti içinde olmayı bir kenara bırakmıştım. Anın uzayında ve mümkünse güzelliklerin sağanağında yıkanmak istiyordum. Az önce duyduğum kuş sesi ruhuma dokunmuş ve doğal olanın sonsuz mümkünlüğünü bir kez daha telkin etmişti. Kuşlar mülkiyeti sevmezler. O sebepten özgürlükle anılırlar. Kafese konulan her kuş insan adına da büyük bir kara lekedir. İşte o görünmez kuş bir an etrafa sanki bir ses fıskiyesi getirmiş sonra da yavaşça sönüp gitmişti. Biraz ilerde bir taksi bekliyordu. Daha ilerde, bu saatte elinde çalı biçme makinası bir adam duruyordu. Yönümü değiştirdim. Kaybolma ihtimalini hesaba katarak ilerideki yatık binayı bellek yaptım. Bina göğe doğru yükseldikçe yataylaşıyor bu haliyle yükselmiş bir dalga görüntüsü vermeye çalışıyordu. Yol beni geniş bir caddeye çıkardı. İnanılmaz derecedeki lüks arabalar şaşırtıcı iriliklerine aldırmadan her iki yönden cehennem gibi akıyordu. Bu iki yanlı akışta güçlü çekişli iki hortumun doymak bilmez iştiyakı vardı. Sanki asfalttan tekerler, metaller ve motor homurtuları değil tabiatın kalbinden kan çekiliyor, hızla soğuk depolara taşınıyordu. Arabalar mı hız tabutlarıydı yoksa onları kullananlar mı iskeletlerdi bilemedim.

Bir anlık da olsa bu duyuşun mahkumu olmamak için adımlarımı hızlandırdım. Yol değiştirdim. Hurma ağaçlarının altında durdum ham ve sert hevenklere baktım. Burası tam olarak neresiydi? Bir tasarım uzayının içinde mi dolaşıyordum? Nasıl oluyor da etrafta neredeyse pek az yaşam izi görünüyordu? Ne kedi vardı ne köpek? Ne bir parça çöp vardı ne bir başka canlı sesi? Fakat imdadıma yine az ileride elindeki mini çalı ve çimen biçme makinesiyle o adam belirdi. Yanına yaklaştım. O da esmer ve parlak dişleriyle bana yanaştı. Hintçeyi çağrıştıran bir sesle elindeki cep telefonunu bana uzattı. İngilizce konuşabiliyor musun dedim. Başını olumsuzca iki yana salladı. Parlak gözlerinin gerisinde derin ve yıkık bir hikaye saklıyor gibiydi. Vücut diliyle çalışırken videosunu çekmemi istedi. Açılarını özenle değiştirerek birkaç dakikalık çekim yapıp geri verdim telefonunu. Mutluluktan uçuyordu. Yüzünde sanki hayatta olduğunu ve ne yaptığını çok uzaktaki sevdiklerine böyle gösterme hali var gibiydi. Yürüdüm. Havanın artan sıcaklığı bir fırın ağzı gibi yüzüme çarptı.

Upuzun bir binanın önüne geldim. Etrafı yine cam kaplı onlarca yüksek binayla çevrilmişti. Sanki bir sonsuz fonun önünde duruyor gibiydim. Birden derin bir korkuya kapıldım. Gerçeklik duygusu bir anda kayboldu. Adeta distopyanın içindeydim. Ben bile gerçek değildim. Petrol parasıyla tasarlanan bu labirentte sonsuza dek kaybolacaktım. Hayır hayır bir an kayboldum. Başım döndü, ağzım kurudu. Hiçbir şey gerçek olamayacak kadar düzenliydi. Bir becerikli çocuk legodan bir kent yapmıştı. Ben de içinde sağlam plastikten bir yabancı figürdüm. Biraz midem bulandı. Frezyaların dibine geldim. Sonra da o ölümsüz bağışı duydum. Kuş tekrar öttü. Hüthüt dedim. Neden bilmem. Hüthüt diye mırıldanarak otele döndüm. İçeri adım atar atmaz klima havası tekrar tenimi ısırdı. Odaya girdim. Emniyet kilidini de çevirerek kapıyı kapattım.

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum