Gelen değil gidendir Eylül!

Kıyıya ramak kala başını uzatan kayalık, dalganın altında bir belirip bir kayboluyor. Bunun bir kayalık olduğunu bilmesek denizin dibinden türlü oyunlara meraklı canlıların çıkacağını, kaş göz işareti yaparak gelip yanımıza oturacağını sanabiliriz. Fakat, hayır, onun iri bir kaya olduğuna, balıkçıların yanından geçerken dikkat ettiklerine, kürek sporu hocalarının öğrencilerini ‘kayalığa dikkat!’ diye uyarmalarına, kaç kez şahit oldum. Deniz geri çekilip de kayalığın en uç kısmının yaşlı bir adamın kafası gibi arkaik çağrışımlarla köpüklendiğini bile gördüm. Şimdi bu ilk Eylül sabahı ne denizden gelecek sürprizin ne de martı veya karga şamatasının keyfimi bozmasını istemiyorum. Birazdan Ada Vapuru güneşin altın sarısını bir tül gibi sürükleyip götürecek; bense onu, her yıl bu köşede karşıladığım Eylül fikrini tekrar düşüneceğim. Hakkında düzülen bunca methiyeyi, şiirin romanın arasına dalışını muhakeme edeceğim. Bir geliş diliyle seslenilen Eylül’ün aslında oyunbozan bir gidiş olduğunu iddia edeceğim.

Derdimi anlatmak için bir şaire, Turgut Uyar’a gideceğim ilkin; ‘kalbim koskoca bir yaz bitti kalbim/ aklımdan neler geçirdim olmadı ben anamı isterim’. Dikkatli okur, şairin maksadının ‘anası’ değil topyekûn bir geçmiş ve kök bilinci olduğunu sezecektir. Güzel kışın, çapkın baharın arkasından gelen verici yaz işte Eylül’ün perdesiyle geri gelmeyecek şekilde kapanmıştır. Kök ve geçmiş büzüşecektir. Fakat Eylül, bardakların dibinde kalmış son lezzetli yudum edasıyla kendisini saklayarak gelir işte. Işığın cilveleri, tatlı tatlı ürperten üşütmeleri fakat meyvelerden kavuna, şarkılardan jazz’a göz kırpan çalımıyla pervasızca tahtına kurulur. Yitip gitmenin, gidip dönmemenin, yaralı ayrılıkların, sararmış otların, keskin bakışlı andızların, kararıp şekere duran kızılcıkların artık ‘alemlerimizden

sefer eylemiş’ göçmen kuşların yol makasını eline alan Eylül, bu sabah içimde böylesi bir yontuculuğa girişecekti ki…

‘Eylül efendi, Eylül efendi, şiirine, saltanatına, çağrışımlarına, Çıfıt Kale yakınındaki ‘balta digmes’ ormanlarına söz etmedik.’ diye mırıldandım. ‘Hatırlarsan seninle, sarhoş, genç ve sarışın bir Rus şoförün yağmur altındaki arabayı Sivastopol’e hızla sürüşünde de beraberdik. Yol boyu tarihin eprimiş kehribar şalını kuşanmış ağaçlar hayli fethetmişti seni. Hatırlarsın, Erfelek’te, Baraj Gölü’nde bir balıkçı vardı. Tatlı su levreklerinin gururundan söz etmişti. Ağa yakalanacaklarını hisseden balıklar, bünyelerindeki elektrik akımını devreye sokup intihar ederlermiş. Böylelikle balık mundar olur, yenilmezmiş. Böyle bir şey var mı gerçekten? Olmaması bu çarpıcı hikâyeyi karartabilir mi? O sebepten, Küre Dağları’nın kanyonları arasında seninle delice cebelleşmiştik. Ben o demler, civan gençtim. Sen bir kaç adım sonra elvanlaşacak sonbahara sonat karakteri katacak ağaçlara dönmüştün. İşte, demiştin, hal diliyle saymakla bitmeyecek turuncunun tonlarını onlara getiren benim adımlarımdır. Dur, dur, demiştim, daha ilk notadan, ilk mısradan şahesere güvenme.’ Bunları der demez bir şakacı dalga yükseldi, kayalığın başından âdeta bütün denizi boca etti.

Bunlar olur, oldu, olacaklar da olacaktır fakat MehmedRauf’tan Ferid Edgü’ye, Edip Cansever’den Hulki Aktunç’a kadar senin kalbine neşter vuruldukça gururlanıyorsun. Vakti gelmiş güzel kadınlar misali şuhluğunu takınıp hangi gönülde talan olduğunu düşünmeden hoyratlık ediyorsun. Şu denizin içindeki balıklar bile harekete geçtiler sana kanıp. Su soğudu, su soğuyacak diye mi bağırıyorsun diplere. Ahmet Muhip Dıranas beklenmedik şekilde sekiyor işte oyunbaz bir çocuğun suya attığı taş benzeri. ‘Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı’ hatırlamayı aşkın güzelliğine bağlarken şair, beni bir başka Eylül’e sürükler: Üzüm ve üzüm bağları… Biliyorum benim gibi pek çok meraklı kaç mevsimdir Çavuş üzümünü

göremiyor. Bu eşi bulunmaz meyve aslanı, Bozcaada iskelesine bile inemiyor. Fakat, Konya- Bozkır’da, bir Eylül ikindisi, Çarşamba Çayı kenarında bir taşın etrafına çömelmiş, ekmekle beyaz peynir ve Çavuş Üzümü yiyen baba oğulu hiç unutamıyorum. Bir peygamber katığı gibi gözümde tütüyor o an.

Zaman geçtikçe, ülkenin göz feri düşüp bağlar bahçeler talan olunca, nüfusun acımasız artışı kır-kent dengesini bozunca, belki yaş da Eylül’e ayak kırınca, insan gelenin, gitmekte, yitmekte olanın kuyusunun dolduğu bilgisiyle ürperiyor. Hafıza ne zaman o kuyuya el uzatsa yanmış bir parça çaput veya balçığa bulanmış saman parçası buluyor. 12 Eylül ihtilali yapıldığı zaman henüz çocuktum fakat kasabamıza bir tabur silahlı askerin yukarıda dönen helikopterlerle abanmasını anlayamamıştım. Oysa evlerin kapısı bile kilitlenmezdi orada. Ki, devlet 11 Eylül’de nasıl kırımcıysa 12 Eylül’de de öyleydi, ‘netekim’. Kıyıya ramak kala başını uzatmış kayalıkla Eylül arasında gidip gelecek değilim anlayacağınız. Geriden, Kayışdağı’nın arkalarından patlayıp gelen gök gürlemeleri yağmura işaret. Bir sağanak, duygulardan düşünceler bağlarına. Bağbozumu zamanlarına. Eylül, unutma, sen gelen değil gidensin daima.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum