Düşünce aslında her an her yerde...
'İnsan düşünen bir hayvandır’ nitelemesi bize âdeta düşünmeyi bıraktırmıştır, denebilir. İnsan hep düşünen bir hayvandır; öyleyse insanın ikide bir düşünüyor olma hâline bürünmesi gereksizdir gibi bir sonucu var bu kolaycı hükmün. Oysa insan düşünen bir hayvan değildir, insan düşündükçe ve düşünüyor olduğunu fark ettikçe insandır. Öteki türlü hayvan bile sayamayız onu. İnsanı hayvanlar içinde değil de bütün canlı cansız varlıklar içinde bir varlık olarak görmek daha doğru geliyor bana ayrıca. Bu hâliyle bazen bir taşın hizasında bazen yıldızlara yakın bir yerde görebiliriz onu. Hele çağımız içinde insanın düşünmeye başlaması ve düşünüyor oluşunun ayırdına ermesi için biraz bencilliğinden sıyrılıp etrafına bakması yeterlidir. Hep öyleydi, hep öyledir fakat şimdilerde sanki daha fazla düşünme gerekçesi çıkar her gün her an insanın önüne. Düşünmek çağımızda insanın kendini sürekli kollaması demek çünkü.
Vapurda gidiyorsunuzdur mesela. Eylül güneşi çapkın, duru ve neşeli ışıklarını yüzünüzü kamçılamadan saçmaktadır dört bir yana. Yazın o pelte ve boğucu havası dağılmış, etrafta şıkır şıkır bir yenilik kokusu dolaşmaktadır. Çok kalabalık olmayan arka bölümde herkes kendi merak ve meşgalesine yayılmıştır. Kitabınızı açmışsınızdır. Beş on sayfa okumanın çekimi içinde heyecanlısınızdır. Birden bir ses duyarsınız: ‘Lütfen beni çekmeyin hanımefendi!’ Yaşını biraz almış, temiz giyimli, hafif agresif ama belli ki ne dediğinin farkında bir beydir bu: ‘Ben çektiğiniz fotoğraf veya videonun içinde olmak istemiyorum. Lütfen bu hakkıma saygı gösteriniz!’ Adamla aynı yaşlarda, gözlüklü, başörtülü hanımefendi şöyle karşılık verir ona: ‘Seni çekmiyorum ben, karşıdaki Haydarpaşa Garı’nı çekiyorum!’ Adam biraz gerilmiştir. Gözlüklerinin altında sakladığı öfke midir yoksa keskin bir fikir mi, emin olamazsınız. ‘Olabilir, o zaman kalkın beni çekmeden çekin ne çekecekseniz. Bu bir haktır. İstemeden, izin almadan kimseyi çekemezsiniz!’ Kadın ayağa kalkmıştır, yanındaki Alman’a benzeyen sakallı beyle beraber oturan kadına bakarak ‘Ne kadar gereksiz bir tepki veriyorsun, senin neyini çekeyim?’ diyerek uç tarafa yönelmiştir…
Okuduğunuz kitabı kapatırsınız. Çekilmek istemeyen adamla çekim yapan kadının konumlarını karşılaştırırsınız hızla. İşte, dersiniz, güncel, çağdaş, bal gibi bir düşünme konusu. İnsan, başka insanlardan tek tek izin almadan topluluk görüntüsü alabilir mi? Eğer içlerinden birisi bile buna itiraz ederse bu kişilik hak ve hukukuna ne ölçüde dahil olur? Bununla da yetinmez, gözünüzün önünde yeşeren sosyolojik gerilime hayret edersiniz. Bir an kararsızlık gösterir, ayağa kalkıp ‘Beyefendi teorik olarak haklı, madem böyle bir düşüncesi var, onu anlamalısınız. Yanına gidip daha net ve nazik bir ifadeyle niyetinizi söylemelisiniz. Beyefendi siz de biraz daha sakin ve tepkisiz konuşsanız sanki bu herkesin meselesine dönüşür’ diyecek olur, sonra geri çekilirsiniz. Karşımda tavizsiz ve mutlak haklı olduklarına inanan iki taraf var. Çok haklılık dönemlerinde hakkı dinlendirmek bile zorlaşır.
Güneş durmuyor tabii, tuhaf bir kolileme mantığı ile mantolanmış tamir sürecindeki Kızkulesi’ne bakıyorum. Boğazın derinliğine doğru sular derinleşip mavileşiyor. İleride saraylar, tepecikler, gökdelenler... Değişim İstanbul’un bitmeyen görüntüsü. Tekrar içime dönüyorum... Dünya değiştikçe mi düşünüyor yoksa düşündükçe mi değişiyor? Değişimin hayatı ve insanı sarsmadan ortaya çıkabilmesinde düşüncenin öncü sorumluluğu yok mu? Sadece vapurda değil; parklarda, deniz kenarlarında, eğlence yerlerinde, en bakir doğal alanlarda, metrolarda hasılı cep telefonlarının girdiği her bir noktada bir kayıt alma ve onu paylaşma tutkusu almış başını gidiyor. O küçücük mercek göz, zamanda hiç görülmedik ölçüde dünyadan resimler koparıp çöpe atıyor. Mahremiyet zarına kadar soyuluyor.
Vapurda, Eylül güneşinin altında, yirmi dakikalık vapur yolculuğunda ben de yönünü bana çevirmiş o dipsiz düzeneğe yakalanmadan yol almak istiyorum. Kendime ait olmanın saadetiyle sayfalar arasında uyuşma isteğindeyim. Ama refleksle elim cep telefonuma gidiyor. İnstagram hesabımı açıyorum. Aynı şekilde başka bir yerde çekilmiş fotoğraflara dalıyorum. Doğada, toplulukta bilmediğim, tanımadığım insanlara bakıyorum. Bunun farkına varınca yanımdaki adamı düşünüyorum. Belki ben tam bunu yaşarken yukarıda başka bir cep telefonunun görüş alanı içindeyim. Peki, diyorum, biz ne yaşıyoruz? Yaşarken nereye gittiğimizin farkında mıyız? En azından düşünüyorum. Düşündükçe elim telefona daha nadir gidiyor. Eğer bir video veya fotoğraf çekecek olsam, başkasının hakkını fark etmeden ihlal ediyor olabilir miyim diye telaşlanıyorum. Bir de diğer varlıkların durumu var tabii. Oraya dalınca düşünmek daha da köpürüyor. Deneyin.