Çocukları kim savunacak?
Çocukluğun kaybolduğu bir yüzyılın içindeyiz. Sadece hali vakti yerinde ailelerin çocukları değil şehirlerden küçük yerleşim yerlerine kadar hemen her bölgedeki her sosyal katmandan çocuklar aynı olumsuz çemberin içine alınmış durumda. Hayat eskiden de çocukları önceleyen bir kurguya sahip değildi bizde. Her çocuk kendi çevresindeki sosyo- kültürel genişliğe göre kendiliğinden yaşıyordu çocukluğunu. Varlıkla yokluğun kendi içindeki makul dengesi henüz onları sıkıştırmıyordu. Şehirlerde, köylerde çocuklar formel eğitimle değil daha çok tecrübeyle öğreniyordu pek çok şeyi. Bir davranışa şahit olmak, bir sesi duymak, bir dereden geçmek gibi sayamayacağımız dolaylı eğitim söz konusuydu. Şehirli çocuklar ile kasabada, köyde yaşayanların geride bıraktıklarına baktığımızda tecrübe etmeye açıklık hep önde durur geçmişte. İstanbul Moda semtinde yaşamış bir çocuk da dut ağacına çıkabiliyordu Balıkesir Sındırgı ilçesindeki bir çocuk da.
Kentleşme, çarpık ve anlamsız kentleşme, hayatın kurgusunu insan adına bozduğu için çocuklar adım adım tecrübe ile bilme hakkından mahrum olmaya başladılar. Yarım asrı aşan bir zaman öncesinde Sezai Karakoç, çocukları bekleyen felaketi dillendirmişti ‘Yapı Aralıkları’ şiirinde. Kentler kuruluyordu yine ama henüz boş arsalar, bahçeler vardı ve çocuklar ‘yapı aralıklarından’ bakabiliyorlardı. Ve uyarmıştı şair yine derinlikli bir duyuşla ‘ Çocuk dediğin bir eksik yanı olmalı’. Bugün onların elinden alınan bu eksiklik duygusudur. İnsanın duyusal, duygusal ve ötesi halleri eksikliğin pamuğundan devşirilip dokuna dokuna yaşam kumaşına bürünür. Şimdiki çocuklar tam, eksiksiz ve mükemmel olmak durumundadır ve birbirlerinden koparılmışlardır. Oysa eksiklik masum bir tabula rasa olarak insanlık adıma geçirilir çocuk tarafından.
Çocuksuz, akransız, şenliksiz şimdi onlar. Koşarak, oyun kurarak, kavga edip barışarak büyümüyorlar. Yetişkinlerin telaşlı dünyasında, yapay şartlarda ve sınırları belli duygu ve düşünce çeperlerinde sudan çıkmış balık misali çırpınıyorlar. Okul bu bağlamda hayat yeri değildir. Hatta okul insan gelişimindeki en tartışmalı kurumlardan biridir. Çocuklar okulda birbirleriyle tam çocuk olarak buluşmazlar. Buyurgan, biçimli, hedefli kalıp ve davranışların içinde kazaya uğramış araç gibi iki bariyer arasında gidip gelirler. Özellikle büyük şehirlerdeki okul binalarının büyük çoğunluğu estetikten uzak, eğitim yuvası olmayı hak etmeyen, soğuk, sevimsiz, bahçesiz, sıkışık haldedir. Akran zorbalığı, kötü yönetim ve niteliksiz öğretmen gibi faktörler de olumsuzluğu artırır. Müfretat meselesi ise başlı başına yüz yıllık konudur.
Farklı bölgelerden gelmiş, hayat öncelikleri değişik, sosyo- kültürel bağlamda birbirinden kopuk ailelerin bir arada yaşadığı siteler de çözüm değil. Orada da göreceli bir iç çözüm bulunmuş, çocuklar güvenli bir alanda oyun oynamak, çocukça iletişim kurmak gibi davranışları sergileyebilir görünüyorlar olsa bile site dışı, hayatın karmaşası bu yapıyı kolaylıkla alt edebiliyor. Bir ülkedeki yaşam insicamlı şekilde dengelenmedikçe çatışma ve tehdit ortadan kalkmaz. Türkiye, bastırma stratejisiyle sorunlarını çözeceği yanılgısıyla hep geçmişe yeniden dönme trajedisi yaşıyorsa kendi hayat kurgusunu başaramadığındandır. Doğurganlık oranının azalması, nüfusun yaşlanması, ekonomik ve kültürel sarsıntılar rakamlarla açıklanamaz sadece. Büyüklerin geçmişte yaşadığı yanlış zihniyet yapılanmaları gelecek adına çocuklara giydirilemez. Nitekim politikanın tarihine bir de bu gözle bakmakta yarar var.
Şimdilerde ise teknoloji sebebiyle çok daha büyük bir bataklığa hızla sürükleniyoruz çocuklar bakımından. Orta yaş ve üstünün diziler ve futbol vesilesiyle ekrana bağlanıp uyuştuğu, temel sorunları güdümlü din başta olmak üzere grup hamasetleriyle ötelediği bir akışta, evlere, ekran, cep telefonu, tablet ve bilgisayar aracılığıyla başkaları girmiş bulunuyor. Çocuklar evde, sokakta, okulda kısacası hayatta gerçekten koparıldıkları için sanal dünyadan kendilerine yuvarlanan meyvelerin lezzetiyle başları dönmüş durumda. Sesler, görüntüler, kahramanlar, tipler, hikayeler yoluyla büyük kurgu onları avucuna alıyor. Merkezi neresi olduğu kestirilemeyen ve amaçlarını görmenin hiç de zor olmadığı odaklar çocuklara hayatın veremediği şevki sanal evrenden şırınga ediyor.
Yasaklar ve yasalar bir dereceye kadar iş görebilir fakat büyüklerin ülkelerini neye dönüştürdüklerini ve orada kendilerine nasıl bir hayatı hak gördükleri kadar çocuklarına neyi miras bıraktıklarını cesaretle tartışmaları gerekiyor. Yüksek ve kutu evlerde aileler tohum misali büzüyüp soğurken, sokağı, parkı, bahçesi, semti şeklin çarpıklığında birer karabasana dönüşmüş şehirler sadece İstanbul’a özgü değil. Mahallesiz hayat vahşiliktir her bakımdan. İnsanın, hayatın ve zamanın köşelerini mahalle yumuşatır. Van da öyle artık Balıkesir de. Aydın Konyadan farklı değil. Diyarbakırla Artvin benzeş. Dahası bu şekli akımı durduracak bir toplumsal şuur, siyasal manevra ve devlet aklı yok. Öyle birer çeneleri öyle başka yönlere çevrilmiş kulakları var ki oraya ses ulaştırmak da imkansız.
Yokluk ve yoksulluk bir şekilde aşılabilir. Şekiller ve ilişkiler belli bir forma sokulabilir. Bugün içinde bulunduğumuz dünya insanı iten ve çocuğu gelecek için aparat olarak tasavvur eden bir zihniyetin tahakkümünde. Yapay zekayla beraber her şey daha bir altüst olacak. Çocuğu düşünmek bu yönden bir yaş grubunun ihtiyaçlarını karşılamak değil insan olmanın onurunu gözetmek olmalı.