Bir burnun önündeki duvar...
Burnunun önünde sıva gözenekleri iyice belirginleşen duvar yükseliyordu. Usta biri yapmamıştı belli ki sıvayı. Kum iyi elenmemiş, çimento ve diğer sıva malzemesi dengeli kullanılmamıştı. Bu hâliyle sinir bozucuydu. Belki de böylesi amaçlanmıştı. Ona bakan iyice paniğe kapılsın istenmişti. Duvarın sert ve olumsuz duygusu daha da artsın diye düşünülmüştü. Biraz, biraz daha itilecek olsa artık gözenekler birer işkence odasına dönüşecek, nefes alıp vermek güçleşecek, beynin kıvrımları geniş bir arazide uzanan çok uzun bir ip gibi gerilecekti. Kimse yaşamak istemezdi daha itilmeyi. Ne var ki garantisi yoktu. Zaten itile itile sıva gözeneklerinin yaralı bir yüz gibi hissedildiği mesafeye gelmişti.
Önceden böyle değildi. O buraya, bu duvarın önüne bir burun mesafesi kadar sıkıştırılmadan önce uzayın boşluğundan, gökyüzünün mavi derinliğinden, denizin sonsuzluğu ve ufkun uçsuzluğundan bahsederdi. Astronomi veya coğrafya merakı yoktu fakat göz kendi görme özgürlüğünü yaşadığında beyinle kurduğu o mucizevi birliktelikle hayali de ateşleyip ruhu kanatlandırıyordu. Her insanda şiirsel bir ilkel benlik vardı. O benlik kimi kişiliklerde sanat ve düşünceye evriliyor, mesafe ölçülebilir bir şey olmaktan çıkıyordu. İnsanın felaketi ölçüyü nerede ve niçin kullanacağı konusundaki niyetinin kaymasıyla başlamıştı. Ölçüsüz söz tuzu fazla kaçan yemeğe benziyordu. Ağu oluyordu. Alışverişteki ölçü kaçınca, adaletteki terazi bozulunca, yağmur gereğinden fazla yağıp hava dondurunca da böyle oluyordu. Mesafe, ölçü denilen nezaketi yitirince olan oluyor, burun önündeki duvarlar çeşitleniyordu. O da bunu yaşamıştı. Mesafe yönünü yitirmişti.
Zaten insanın bir duvar örmeye karar vermeye giriştiği o ilk an oldukça karmaşıktı. Sonuçta bu duygu değil gönül karartan gökdelen levhalarının gururla dikilmesine kadar gelinmişti ama asıl karartı görünmez olanların yapılışıyla başlamıştı. Önyargı, kibir, hor görme, mal ve mülkü koruma, nefret, kıskançlık, ırkçılık hasılı akla ne kadar fena şey duvarı geliyorsa onlar aşılmaz oluyor, burnun itildiği mesafe gibi hepten karabasana dönüyordu. Sanki yaşanmamış mıydı? Yaşanmamakta mıydı? Her gün her yerde insan insanı bir duvarın önüne daha daha da itekleyip orada çürütmeye yeltenmiyor muydu? Gözlerin bu denli kararıp yeryüzünde merhametin asmada kalmış üzüm gibi buruşması görmezden mi gelinecekti?
O, burnu gözeneklere iyice yaklaştırılan kişi, daha gerideyken, henüz gökyüzünü görebiliyorken beliren duvarın yüksekliğini hesaplamaya çalışmıştı. Üstünde rulo hâlinde döne döne kıvrılan mini balta uçları gibi keskin telleri de düşünerek 4,5-5 metre demişti. 4,5- 5 metre duvar henüz ona gökyüzünü görebilecek mesafede duruyordu. Arada geçen kuşlara bakıyor, uzaklardan gelen seslere anlam elbiseleri giydiriyor, kavak olduğunu tahmin ettiği ağacın suda boğulan adamın el kaldırışını andıran son yapraklarının oynaşmasından sevinç duyuyordu.
Yalnız değildi bu alanda, avluda. Yanında burnu duvara dayanmış başkaları da vardı. Buraya gelmeden önce, belki yıllar evvel, çoban şarkısına tav olan sürü gibi kalabalık hâlinde tozu dumana katarak hatta şen sesler çıkararak ilerlemişler sonrada ilkin çok geniş ve yemyeşil bir alanda toplanmışlardı. Etrafta çoban dahil görevli kimsecikler yoktu. Herkesin yüzünde merak kadar kırlara, temiz havaya, kentin sıkıntısından uzak kalma sevinci vardı. O gece ateşler yakılarak geçirilmişti. Bilinmeyen yerden yemekler gelmişti. İçilmişti. Her şey boldu. Geceleyin yıldızlar mesafe duygusunu ölümsüzlük davuluyla çalıyordu.
Ve bir sabah uyandıklarında yüksek duvarlı ama yine de geniş bir alana geldiler. Sonraki gün duvarlı daha az geniş bir alan. Daha sonra yine yüksek duvar ama daha dar alan. Küçülüyordu alan her gün, her hafta, her ay, her yıl. İlk geceki sofra daraldıkça daralmış kuru ekmek mesele olmuştu. Sırayla duvara duvara itiliyorlardı. Arkada o kadar inançlı, telkin edici ve vaatkar bir ses vardı ki kimsenin aklına itiraz gelmiyordu. Tuza giden sürü iştahı eksilmiyordu.
Sabredenler, niyetini bozmayanlar, sese inancında şüpheye düşmeyenler gözenekleri delip geçecekler, duvarın yıkılışını ve cennetin önlerinde açılışına şahit olacaklardı. Şimdi duvarın dibine itilmiş kişi geri dönemezdi. Geride ne olacağı hiç belli değildi. Bir adım kalmıştı. Gözeneklerin karaltısı bir karanlık ışıltısı hâlinde gözüne hücum etse de bakacaktı. Daha bakacaktı duvara. Belki de böyle baka baka yıkacaktı duvarı. Biliyordu, unutmamıştı. Gökyüzü derindi. Ufuk uçsuzdu. Nefes aldı. Gözlerini hiç kapamaksızın sonsuzca açtı. Son mesafeye vardı.