Ateş okları...
Her iki dini bayramın da doğası yokluk ve yoksulluk üzerine dayanır. İki insan arasından dünya çekildikçe yokluğun adaleti belirir. Dünyanın adaletsizliğe boğulmuş gidişine sadece bir karşı koyuş değil ona bir yaşama şevki önerisinde bulunmaktır. Ramazan ayı boyunca en varlıklı olan kişi bile malın ve bedenin saldırısından beri durup arınma yoluna koyulur. Yokluğu ve yoksulluğu estetize etmek kadar bir yaşama oranı teklifinde bulunmaktır . Hem kendi içinde kendiliği aramak hem de başkası adına fedakarlığa ( diğerkamlık) koyulmak esastır bu ayda. Kurban bayramı ise gerekçesindeki sertlik kadar imgesi, mitolojisindeki bağlam kadar insan ile diğer canlılar arasındaki ontolojik eşitliği aramaktaki cüretiyle başlı başına meseledir. İnsan denilen varlık diğer canlıların sembolik vasfını oldukça çetin ve çizgileri hayli incelmiş duyarlıkların rehberliğinde nazikçe devralır. Yokluk çizgisini ‘kurban olmak’ gibi bambaşka bir uygulamanın narin rehberliğinde içselleştiren inançlı kişi, yakınlık metaforuyla bu kez yoksulluğun en felsefi kıyısına gider gelir.
Denilebilir ki inanç sistemleri kadar inanç idealleri yaşama pratiği ile neşe ve neşveye bürünür. İslam toplumlarının yazık ki geleceğe umut taşıyamayan neşesiz ve neşvesiz yaşama pratiği, geçmişe atıf yapmak ve yer yer anakronizme bağlanmak zorundadır. Geçmişin şehir ve taşra dengesi birbirine kapalı kalarak bünyesindeki neşveyi canlı tutuyordu. Şehirlerdeki eğitimli sınıf kadar ticaret ve bürokrasi ehli her iki bayramın inanç katındaki çetin eşikleri kültür naifliğiyle dengeleyebiliyordu. Taşrada yaşayanlar yer yer arkaizme bata çıka kendi mütevazı tercihleriyle ayakta kalıyorlardı. Her iki yerleşim ve yaşam modelinin göreceli de olsa dengeli geçişkenliği büyük sorular/ soruların doğmasına izin vermiyordu.
Ne zaman ki şehirlerin dengesi başta savaşlar ve göçler vesilesiyle bozuldu, taşra toprağın niteliksiz bölünmesiyle merkeze yığılmaya başladı yüzlerce yıllık dengelerin sarsılması kaçınılmaz oldu. Toplumların neşe kadar kederi de tevarüs ettikleri hatırda tutulduğunda, neşe ile keder arasında fakat neşe iştiyakının daha önde durduğu bir bayram havasından söz etmek yine de mümkündü. Fakat son yetmiş küsur yıldır Türkiye’nin şehir taşra dengesi insan nezdinde çöktü. Yokluk ve yoksulluk taşlandı. Yokluk ve yoksulluk bir elbise diye algılandı. Kazanma ve güç edinme histerisi hortladı. Nihayetinde her iki bayram boyunca kentlerden taşraya akan milyonların aradığı şey kentte bulamadığı ontolojiyi taşrada ikame etme amacına dayanıyor. Hibrit ve kişiliksiz oluşumlar tutarsızlıklar üretmeyi sürdürüyor. Bayram hala bir güçlü duygu olsa bile Türkiye siyasetinin özgün olmayan üleşimci karakteri onu ‘yokluk’ üzerinden yeşerecek sakin bir düşünceye bürünmesini engelledi. Söylemin özü boğduğu bir yanılsama oluştu. Reel politiği daha önde tutan toplumsal aktörler ( din adına her tür adım atanlar dahil) nesiller arasındaki sosyolojik kayganlığı da görmekten mahrum oldular. Bugün hem kentlerde hem taşrada her iki bayramı kendi otantik değeriyle yaşamaya dönüştürecek nitelikli nüfus yoktur. Şeklen olanlar ruhen çözülmüş ve neşe ve neşvesini yitirmiştir. Bayramlar şeklen vardır.
Türkiye’nin her iki bayramı bir insan ve insanlık imkanı olarak kullanma şansı varken bunu içeriği boş, yaygın bir sosyal mekan hareketliliğine terk etmesi düşündürücüdür. Yaşlı nüfus fiziki olduğu kadar maddi güç isteyen her iki bayramı inatla hayatta tutmaya çalışsa bile genç neslin kendi ölçekleri dahilinde bunu tutarlı bir özgün iklime dönüştürmesi zorlaşmaktadır. Bir bayram sabahı sofrada kuşakları bir arada tutabilme şansı gittikçe azalmaktadır.
Yokluğu ve yoksulluğu bir oluş alternatifi değil ekonomi denilen yapay akımın bir fetih kalesi gibi görenler onca mal mülk, güç iktidar yığımı içinde bir türlü çöküşü göremiyorlar. İnsan gittikçe kendi elini bile tutma güveninden uzaklaşıyor. Kendi haksız yığmalarını başkalarının maddi yoksulluğuyla cilalarken bayramları birer sosyoloji efekti gibi kullanmak geleceğe doğru atılmış bir ateş oku görüntüsü de taşıyor.