Tam da çöpleri sevmeye başlamışken…
Yedinci Kıta temasıyla izleyicilerinin karşısına çıkan 16. İstanbul Bienali pazar günü sona erdi. Mesajı dünyayı kaldıramayacağı kadar değiştirdiğimiz, özellikle de atıklarımızla kirletip yok oluşa sürüklediğimizdi. İçinde yaşadığımız, kullandığımız plastiklerle ve hatta siyasi tercihlerimizle büyüttüğümüz ama çok da farkında olmadığımız bir soruna dikkatimizi çekmeye çalıştı. Sanıyorum başarılı da oldu.
Benim ziyaret edebildiğim iki sergi mekanı da kalabalıktı, katılanlar ilgiliydi. Umarım bu ve benzeri etkinlikler yaşadığımız çevreye, ülkeye, dünyaya karşı daha duyarlı olmamıza, ardımızda daha az iz bırakmamıza katkıda bulunur. İzleyicilerde sorununun kendilerinden uzak bir yerde olduğu, katkılarının olmadığı ve olamayacağı algısının doğmasına yol açmaz. Ne de olsa çoğumuzun hiç gitmediği ve gidemeyeceği mesafelerden, anlamlandırmakta zorlanacağımız kavramlar üstüne kurgulanmış estetik yönü güçlü bir etkinlikten söz ediyoruz.
***
Benzeri pek çok etkinlik gibi İstanbul Bienali de taşıdığı mesaj kadar mesajının kendisini, eserlerini, anlatısını taşımasını önceliyor. İçinde kurgu var, imge var, estetik var. Sanatçılar çoğu atık, yani çöp olan ham maddelerini öylesine yoğurmuş ki mekanın kalabalığına ve kalabalığın dar alanda yarattığı karbondioksit sıcaklığına rağmen gözlerinizi yeni anlamlar kazanan nesnelerden, sanat eserlerinden alamıyorsunuz. Bu da bir şekilde sizi çöpü sevmeye, çöp ile aranızda duygusal bağ kurmanıza yol açıyor.
Belli ki sanatçılar ve muhtemelen küratör Nicolas Bourriad da bunu bir tür yeniden yaratılışla, yani geri dönüşümle açıklıyor. Aslında bu da çöpü, çöpümüzü mazur görmemize yol açıyor. Çöp sanatçının elinde yeni bir yaratıya dönüşüyor, başlangıç noktası olan milyonlarca kilometrekarelik çöp kıtalarından uzaklaşmamıza, tarihi ve varlığı tartışmalı yeni jeolojik çağla aramıza farkında olmadan mesafe koymamıza neden oluyor. Çöp sanatçının elinde çirkin, iğrenç ve itici olmaktan çıkıyor.
Bienalin kavramsal altyapısını oluşturan “Antroposen” kavramı da “yabancı”. Yunancadan türetildiği için değil, özünde doğayı kontrolü reddettiği için. Unutmayalım ki biz “gelişmekte olan” bir ülkeyiz. Hedefimiz gelişme, başkaları gibi doğayı kontrol altına alarak onların ulaştıkları seviyeye ulaşma, mümkünse geçme. Doğayı daha az kirletmek olası ama hiç dokunmamak, olduğu gibi bırakmak imkansız. İnsanlar haklı olarak iş bulmak, çalışmak, daha iyi bir yaşam standardı istiyor.
Bu da sanayiyle, yatırımla, beğensek de beğenmesek de inşaatla mümkün. Jeolojik çağların en sonu olarak kabul edilen Holosen sonrasına tekabül ettiği söylenen Antroposen ise doğaya insan müdahalesinin geldiği noktayla açıklanıyor. Başlangıç noktası konusunda henüz bir fikir birliği yok. 12-15 bin yıl öncesine götürenler de var, atom bombasının ilk kez patlatılmasına bağlayanlar da. Ancak temeli artan insan müdahalesine, her anlam ve alandaki aç gözlülüğümüze dayanıyor.
Antroposen diyenler bizden doğaya daha az müdahale, daha az kirletme, daha az ayak izi bekliyor. Başka bir deyişle Antroposen bir jeolojik kategori olmaktan çok içinde gerçeklik barındıran bir siyasi duruşu yansıtıyor. İspata çok da muhtaç olmayan bir teori mahiyetinde. Sonuçlarını zaten hep birlikte görüyoruz. Okyanustaki plastikten oluşan çöp kıtası, hatta kıtaları bunun en bariz göstergesi. Ama yine de Bienal mekanlarını elimizdeki plastik su şişeleriyle dolaşıyoruz.
Belki anlamak, içselleştirmek zaman aldığından ya da başka seçenek olmadığından, fakat bana öyle geliyor ki en çok da Bienalin estetik başarısı yüzünden. Çünkü bir kez daha sanat geniş anlamıyla “siyasetin” önüne geçiyor. Bienalde öğretme değil düşündürme, yeni şeyleri keşfettirme ön plana çıkıyor. Johannes Büttner gibi sanatçıların açıklaması ve enstalasyonu gerçeküstü, çöpten yapılmış, estetikle değer kazandırılmış işlerine bakmamıza, onlardan keyif almamıza vesile oluyor.
***
16. İstanbul Bienali, ziyaretçilerinin aklında anında reaksiyon verecekleri bir idrak değil duygu, duyarlılık ve lezzet bırakıyor. Benim gibi sanattan anlamayan insanları bile düşünmeye, yazmaya teşvik ediyor. Eminim konuyu iyi bilenler çok daha iyi şeyler yazacaklar, Bienalin deklare mesajının ve sanatsal değerinin daha fazla yayılmasına, anlaşılmasına, idrak edilmesine daha çok katkıda bulunacaklardır. Başka yerlerine, farklı boyutlarına dikkatimizi çekeceklerdir.
Bienal çöp sorunumuzun, dünyayı kirletmemizin, kirleterek yok etmemizin yavaşlamasına yardımcı olursa ne ala. Ama bence asıl önemi taşıdığı mesajdan çok mesajın onu taşıyabilmesinden, böylesi bir fikrin tema olarak seçilmesinden kaynaklanıyor. İKSV’ye teşekkür borçluyuz. Bizi böylesi hoş sürprizlerle farklı mekanlarda, en çok da Mimar Sinan Üniversitesi’nin yeni ve muhteşem sergi salonlarında ağırladıkları için…