Papatya falını bıraksak diyorum…
Amerika’daki seçimlerin sonuçları, seçilmiş başkanın bakan ve üst düzey bürokrat atamaları, iki ülke arasındaki sorunların bolluğu ve derinliği Türkiye’de bizi seviyor, sevmiyor tartışmasını tetikledi. Gazetelerde, televizyonlarda ve tabii ki sosyal medyada analizler yapıldı. Müstakbel bakanların, CIA başkanı başta olmak üzere atanan bazı bürokratların dedikleri, geçmişte söyledikleri gelecek açısından değerlendirildi.
Aksini düşünüp, farklı kanıtları ortaya koyanlar olmasına karşın, takip edebildiğim kadarıyla genel kanı yeni yönetimin bizi pek sevmediği ve sevmeyeceği yönünde. Sanırım bu tartışma bir süre daha devam edecek ve sonuçta insanlar sorunların aşılmaz, çözülmez olduğunu düşünmeye başlayacak. Bu düşünce de Türkiye’nin yeni ortak değeri, daha doğrusu “sağduyusu” haline dönüşüp korkarım siyaseti ve siyasetin yapılma biçimini etkileyecek.
Oysa kimsenin bizi sevmesi gerekmiyor. Ayrıca eskiden söylenenlerin bir daha söyleneceğinin, Trump’un tekrar tehdit edeceğinin, şu ya da bu bakanın PKK’yı kollamak için elinden geleni yapacağının garantisi yok. Şartlar, menfaatler, beklentiler değişince siyasi söylem de değişir, tutum da. Bunu kendi yakın tarihimizden de biliyoruz, dünya siyasetinin, diplomasisinin geçmişinden de. Önemli olan bizim nerede durduğumuz ve ne yaptığımız.
Nihayetinde Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sıyla ittifak yapabildiği, demokrasi-demokrasi diyenlerin en zulüm sever diktatörlerle, krallarla, prenslerle işbirliğine gitmekte beis görmediği bir düzende yaşıyoruz. Bugün en iyi dostumuz olan Rusya ile daha dokuz yıl önce çatışmanın eşiğinden döndük. İki ülke lideri zamanında neler söyledi, şimdi nerelere geldik. Türkiye’nin Mısır’la, BAE’le, Yunanistan’la ilişkilerini, yüzyıllardır birbiriyle savaşan Avrupa ülkelerinin AB’yi kurduğunu düşünün.
Bizim artık papatya falını ve haber arkeolojisini bırakıp Trump yönetiminin genel yönelimini anlayıp kendimizi ona göre konumlandırmamız gerekiyor. Çünkü onların Türkiye’ye bakışını belirleyecek makro stratejileri içindeki yerimiz ve bize yükledikleri anlam olacak. Yoksa kimsenin sabahtan akşama ne yapalım da Türkiye’yi cezalandıralım dediği yok. Yapmak istedikleri bizi yanlarına çekmek, kendi genel siyasetleriyle uyumlu hale getirmek.
Bunun için hemen her büyük ve güçlü devletin olduğu gibi ellerinin altında iki araç var. Ama onlar en çok cezalandırmayı, şu ya da bu şekilde müeyyide uygulamayı seviyorlar, mükafatlandırmayı ancak uyum halinde akıllarına getiriyorlar. İsrail’den uzaklaştığımızda eksen kayması diyorlar, İran’la ticaret yaptığımızda mahkemeleriyle uğraştırıyorlar, Rusya ile yakınlaştığımızda, yakınlaşmak için S-400 aldığımızda da CAATSA’ya tabi tutup, F-35 programından çıkartıyorlar.
Şimdi Trump iktidara önce Amerika iddiasıyla ve yerleşik düzenin biz olmazsak dünya batar anlayışını değiştirmek için geliyor. Hedefi belli ki Rusya ile barışmak ve en büyük rakibi, hatta hasmı olarak gördüğü Çin’le yakınlaşmasını önlemek. Daha önceki performansından, yani İbrahim Anlaşmalarından geniş anlamda Ortadoğu için de bir bölgesel denge kurmak niyetinde olduğu anlaşılıyor. İran’a karşı Arap ülkeleriyle İsrail’i barıştırmak istiyor.
Trump ve atadığı neredeyse tüm isimler fanatik İsrail yanlısı. Fakat amaca ulaşmak için Filistin sorununun bir şekilde yönetilmesi gerektiğinin, çoğu Arap ülkesi liderinin Hamas’ı sevmediğinin, Filistin sorunundan bıktığının da farkındalar. 20 Ocak sonrasında bölge dengelerini tartıp, ağırlıklı ülkelerle konuşup, onlara tavizler vadedip, İsrail’in çıkarlarını maksimize eden bir yol bulmaya, Arap-İsrail yakınlaşmasına yeniden ivme kazandırmaya çalışacaklardır.
Türkiye’ye de bulunduğu konum itibarıyla Ortadoğu ve Rusya ile olan ilişkileri çerçevesinde bakacaklar, istikrar unsuru olup olmadığına karar vereceklerdir. Kendilerininki de dahil eski yönetimlerden farklı olarak, Rusya ile yakınlığımız -özellikle de Türkiye İstanbul sürecini canlandırmak için çaba harcarsa- daha tali bir sorun olarak görülecek, asıl mesele İsrail’le olan ilişkilerin niteliği haline dönüşecektir.
Türkiye bugünkü İsrail politikasını sürdürürse, eleştirisini İslam Konferansı Örgütü ve Arap Birliği normali çerçevesinde tutarsa, ateşkes sonrası için çalışmayı ve insani yardımla insancıl hukuka uyumu öncelerse, bence yeni yönetimin bölge algısı içinde kendine yer edinip ikili sorunlarını çözmek için inisiyatifler geliştirebilir. Olasıdır ki sembolik bir jestle S-400 sorununu dahi aşabilir.
Belki Amerika’nın PYD’ye yardımlarını durdurup askerlerini çekmesi de sağlanabilir. Ama o sorunumuzu çözer mi yoksa daha mı karmaşık hale getirir diye iyice düşünülmesinde yarar olabilir. İran’ın güdümü altına girmiş ya da bir kez daha Suriye istihbaratının enstrümanı haline gelmiş bir örgütle uğraşmak yerine onu Amerika’nın kontrolü altında tutmak, bu kontrolü ortak mekanizmaya bağlamak ve bölgedeki önleyici askeri varlığımızı geliştirmek de bir yöntem olabilir.
Türkiye açısından maharet, çıkarlarından ve kazanımlarından fedakarlıkta bulunmadan, Rusya veya Çin’le olan ilişkilerinde geri adımlar atmadan, İran’la karşı karşıya kalmadan Amerika’daki yeni yönetimle konuşmanın ve uzlaşmanın yollarını bulmaktır. Kişisel profilleri çözmek, niyet okumak buna bir ölçüde yardımcı olur. Ama asıl makro stratejileri anlamak ve onların içinde yer aramak önemlidir.
Ben papatya falından medet ummayalım, geçmişi geçmişte bırakalım, üslup ve yöntem hataları yapmayalım derim. Kaygan zeminde bulunduğumuzu, yeni Trump yönetiminin politik-sismik sarsıntılara yol açabileceğini, farklı bir Avrupa güvenlik mimarisinin ortaya çıkmasına vesile olabileceğini de aklımızın bir yerlerinde tutalım. İstikrar ve barıştan yana olalım. Dünya siyasetinde sorunların da hiç bir zaman bitmeyeceğini unutmayalım. İyi ve huzurlu bir hafta sonu dileğiyle…