Despotizmin şerrinden korunmak için…
İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında, Batılı siyasi elitlerin Netanyahu faşizmine açıktan destek vermelerinin demokrasiye ihanet olduğunu artık hepimiz biliyoruz.
Demokratik değerlere, insan haklarına yapılan ihaneti elbette görmek zorundayız ama bu demokrasiden vazgeçerek despotik rejimlere özenmemizi de gerektirmiyor. Çünkü biliyoruz ki demokrasi insanoğlunun yüzyıllara dayanan tecrübeleri sonucunda bulduğu en ehven sistemdir. Dolayısıyla Batılı siyasi elitlerin ihanetiyle ortadan kalkacak bir rejim değimdir.
Nitekim Batılı ülkelerin Netanyahu faşizminin kuyruğuna takılmalarına rağmen, demokratik toplumlardaki insanlık vicdanı insanlık değerlerine sahip çıkarak meydanlarda Filistin için faşizme karşı haykırmaya devam ediyor.
Bunun için otoriter ve despotik toplumlardaki olup bitenlere, Filistin için kıllarını bile kıpırdatmamalarına bakmak yeterli olacaktır.
Evet Batılı yöneticilerin katliamlar karşısındaki tavrını eleştiriyoruz, doğru olan da budur ama bir gerçeği de görmek gerekiyor, Amerika ve Avrupa başkentlerinde yasaklara rağmen, milyonların katliamlara karşı yürüyebilmesi ancak demokratik bir iklimle izah edilebilir. Mesela İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, Filistin yanlısı gösterilere izin verdiği için Londra polisini “taraf tutmakla” suçlayan İçişleri Bakanı Suella Braverman’ı görevden aldı. Benzer bir örnek de Fransa’dan geldi… Fransa’nın Orta Doğu ve bazı Mağrip ülkelerindeki diplomatik misyon temsilcileri, Cumhurbaşkanı Macron’un “İsrail yanlısı tutumundan üzüntü duyduklarını” belirten açıklama yaptılar, yani cumhurbaşkanlarına karşı tavır ortaya koydular.
Bu tür duruşlar ancak demokratik toplumlarda olabilir, despotik toplumlarda değil…
Batı’daki manzara bu, peki İslam ülkelerinde neler oluyor dersiniz… Siz bugüne kadar herhangi bir İslam ülkesinde milyonların Filistin için sokaklara çıktığını gördünüz mü? Gazze konusunda suskunluğa gömülen Arap krallarının ülkelerinde, bu despotlara kafa tutabilen bir tek sivil toplum kuruluşu var mıdır?
Elbette yok, olamaz da çünkü Müslüman toplumlar ya liderlerinin şerrinden korkarlar ya da liderlerine biat içindedirler… Ne yazık ki Müslüman toplumlar, esas itibariyle bireyi muhatap alan Kur’an’ın önerilerinden bile habersiz durumdalar. Oysa demokratik toplumlarda herkes bilir ki demokrasi öncelikle bireyin özgürlüğünü teminat altına almak için vardır. Bu yüzden de liderlerinden, iktidarlarından korkmadan haklarına sahip çıkarlar.
Bugün haklı olarak Müslüman ülkelerin, Gazze’de yaşanan katliamlar karşısındaki suskunluğunu, çaresizliğini eleştiriyoruz. Ama hiçbirimiz Müslüman dünyanın neden böylesine bir zillet içinde olduğunun gerçek sebeplerine bakma ihtiyacı hissetmiyoruz.
Oysa biliyoruz ki Müslüman ülkelerin hemen tamamında özgürlükler askıya alınmıştır, hukuk yoktur ve bu ülkelerde koyu bir istibdat karanlığı hakimdir. Hukukun ve özgürlüğün olmadığı toplumlarda bilimsel çalışmalar yapılamaz, teknoloji gelişemez ve ekonomik fukaralık olur. Hal böyle olunca ekonomik güce sahip olmayan, kendi halklarını sürü olarak gören Müslüman ülke liderlerinin, İsrail’in katliamları karşısında seslerinin kısık çıkmasından daha tabii ne olabilir ki…
Her ne kadar kabul etmekte zorlansak da Müslüman ülkeler olarak oturup ciddi bir muhasebe yaparak yaşadığımız bu perişanlıktan çıkış için bir yol bulmak zorundayız.
Eğer “Müslümanların bu hale düşmesinin sebebi Batı emperyalizmidir, onların bize dayattığı demokratik sistemdir” benzeri hamasi söylemleri dillendirerek kendimizi kandırmaya devam edersek, bu sefalet tablosundan asla kurtulamayız.
Buradan çıkış için yapmamız gereken, aklı başında bütün demokratik ülkelerin yaptığı gibi öncelikle en temel insani haklarımızı, özgürlüklerimizi teminat altına alan evrensel hukuk normlarına dayalı bir ‘hukuk devleti’ ve birlikte yaşamamızı temin edecek demokratik sistem inşa etmektir.
Demokrasinin özü itibariyle bir ‘ortaklık rejimi’ olduğunu belirten Muhammed el-Cabiri’nin şu tespiti bu açıdan son derece önemli: “Demokraside doğrudan amacın, yönetim sorununu çözebilecek en iyi formülü ortaya koymak olduğu tartışmasız bir gerçektir. Bu formül, yöneticilerin, yönetilenlerin iradesine boyun eğmelerini veya onların, halkın rüşt çağına erişmiş bireylerinin tamamı tarafından özgür bir seçimle oluşturulmuş bir takım organlar ve kurumların koruyup kolladığı ve etkin kıldığı kanun ve nizamlar gereği buna mecbur olmalarını sağlayacaktır.” (Yeniden Yapılanma, s.130)