Kılıçdaroğlu’nun yolu
Faydası olur mu emin değilim ama kimilerine olan bitenleri tane tane yeni baştan anlatmak gerekiyor galiba. Bir: CHP yüzde yirmi beşten fazla oy alamıyor. İki: Bugünkü sistemde ise yüzde 50+1 oy almak gerekiyor. Üç: Millet İttifakı ile bu engelin aşılabildiği görüldü. Nitekim İstanbul ve Ankara Belediye Başkanlıklarını CHP adayları kazandı. Dört: Altılı masa ile bu ittifak daha da güçlendi, şimdi hedef cumhurbaşkanlığını almak. Beş: Ne var ki burada ufak bir sorun var. Aldığınız kadar vermeniz lazım.
İktidarın önümüzdeki seçime yönelik stratejisi öncelikle kendi seçmen tabanının dağılmadan yerinde kalması için kültürel ve ideolojik çelişkileri hareketlendirmeyi öngörüyor. Kimlik siyasetiyle konsolide edilecek bu kitle eğer altılı masada da bir sorun yaşanacak olursa seçim kazanma -veya düşük farkla kaybetme- hedefi doğrultusunda en önemli zemin. Her şeye rağmen hâlâ yüzde otuzların altına düşmemiş olan kitlesel zemin.
Bu noktada hükümetin işine yarayabilecek belki en ciddi araç “Biz gidersek başörtüsü yasaklanabilir” propagandasının etki gücüdür. İşte bu silahı rakibinin elinden almak için bir hamle yaptı Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu’nun çıkışının iki ayrı ayağı var. İlki Altılı Masa için ciddi bir sorun olan bu propagandayı boşa çıkarma gereği.
İkincisi, haklı veya haksız, CHP’nin üzerine yapışmış bulunan “toplumun değerlerine mesafeli” etiketinden kurtulma gereği.
Bu ikinci konu aslında seçim konjonktüründe tartışmaya açılan diğer meselelerden daha önemli. Çünkü CHP’nin bugünü kadar geleceğini de ilgilendiriyor. Bir ideoloji partisi olarak kalması ve hatta eski haline dönmesi bir seçenek. Diğer seçenek ise geniş toplum kesimleri ile arasındaki buzları eritip “merkez partisi” vasfı kazanarak kendi başına iktidar alternatifi olabilmesi.
Kılıçdaroğlu aslında bugün 1970’lerde Ecevit’in yaptığını yapmak istiyor. Ecevit CHP’nin “devlet kurumu” olmaktan çıkıp halka ulaşabilmesinin yolunu “Gardrop Atatürkçülüğü” dediği şekilci ideolojik yaklaşımı terk etmekte bulmuştu. Sivil ve asker bürokrasinin değil halkın partisi olmanın gerekleri arasında “inançlara saygılı laiklik” anlayışı da vardı.
Ecevit partisinin 12 Mart askeri cuntasına destek vermesine itiraz ederek İnönü yönetimine baş kaldırmış ve bilahare “Kara Oğlan” liderliğindeki CHP 1973’te seçim sandığından birinci parti olarak çıkmıştı. Ardından MSP ile koalisyon kurarak kendi tabiriyle “tarihsel hata”nın giderilmesi hedefi doğrultusunda önemli bir çaba gösterdi.
Şunu da unutmamak lazım ki o koalisyon tecrübesinden zararlı çıkan Erbakan olmuştu.
Adalet Partisi’nin “Camileri ahır yapan partiyle bir olup milliyetçi mütedeyyin insanların iktidarına mani oldu” propagandası sonucunda MSP’nin 1973’teki oyu 1977’de yarı yarıya azalmıştı.
CHP ise 1977 seçiminde tarihindeki en büyük oy oranını yakalamıştı. Bu yüzde 41’lik oran o günden sonra hiçbir zaman yanına bile yaklaşılamayan bir çıta olarak kaldı. 12 Eylül’ün ardından Ecevit’in yolunu ayırdığı kadrolarca kurulan partiler bir ideoloji kulübünden hallice yapılar olarak yüzde yirmilerden fazlasını hayal edemediler.
Ne var ki bu dönemde Ecevit’in DSP’si de “şahıs partisi” olmanın ötesine geçemediği gibi bir yerden sonra ideolojik reflekslerin yönlendirmesine yeniden teslim oldu.
1970’lerde “gardrop Atatürkçülüğü” çıkışıyla kendi kesimindeki düşünce paradigmasını sarsan -ve siyasette bunun karşılığını gören- Ecevit’in 12 Eylül sonrası dönemde “İnançlara saygılı laiklik”, “Türklerin tasavvufi İslam yorumu”, “Ulusal sol” gibi slogan seviyesindeki yaklaşımları belli ölçüde ilgi gördüyse de 1980 sonrasının büyük toplumsal dönüşümlerine ayak uydurmakta, bu dönemin sorunlarına çözüm sunmakta yeterli olmadı.
Hakkını teslim edelim, Deniz Baykal’ın da “CHP’nin kabuğunu kırma” teşebbüsü oldu, çarşaflı hanımlara altı ok rozeti taktığı parti üyeliğine giriş seremonisi kendi camiasını kızdırınca fazla ileri gidemedi.
Kılıçdaroğlu genel başkanlığa geldiğinde ise liderlik koltuğunu güçlendirmek için yaptığı kadro tasfiyesiyle aynı zamanda partisini politik ve ideolojik dönüşüme yöneltme imkânı verecek bir alan da kazandı. Bu dönemde mesela başörtüsü konusundaki politikası değişti partinin. Üniversitelerde başörtü serbestisi getiren düzenlemeye itiraz etmedi, memurların başlarını örtmelerine imkân tanıyan yönetmeliği Anayasa Mahkemesine götürmeyi de kabul etmedi.
CHP siyasetindeki kanayan yara olan toplumun değerlerini karşısına alıp toplumla çatışma alışkanlığına elinden geldiğince son vermeye çalıştı. Tüm toplum kesimlerinin partisi olma hedefi yönünde Kılıçdaroğlu yönetiminin çabaları gözle görülür bir başarıya da ulaştı. Son belediye seçimleri bunun en önemli göstergesi oldu. Bu başarı sayesinde kendi partisinden söz konusu politika değişikliğine yönelik karşı çıkışları da zayıflattı. Çünkü bu başarıyı partisinin oylarını arttırarak değil fonksiyonel bir muhalefet bloğu inşa edip muhalif seçmenin kimi yerde aralarındaki ideolojik uçurumlara rağmen ortak hareket etmesini sağlayarak elde etti.
Ancak elbette ki ne geniş toplum kesimlerindeki CHP algısını çabucak değiştirmek ne de partinin politik reflekslerini bir çırpıda terk etmek mümkün. Bir de partinin örgütünden, hatta tabanından bağımsız olarak etki gücüne sahip “CHP camiası” var. Resmen ve fiilen partinin içinde yer almasalar ve hatta çoğunlukla CHP’nin daha solundaki bazı marjinal partilerin ve HDP’nin sempatizanı olarak bilinseler de kanaat önderi pozisyonundaki kişilerden oluşan bu zümre bugünkü CHP yönetiminin dindarlarla barışma arayışına girmesini, başörtüsü gibi konularda geçmişte gösterilen yaklaşımı terk edip özeleştiride bulunmasını hoş karşılamıyor. Çünkü bu konularda “karşı tarafa” taviz verilerek elde edilecek siyasi başarıyı başarı saymıyor. Hatta sonuç bu olacaksa Erdoğan yönetiminin sona ermesine gerek olmadığını ileri sürüyor.
Toplumun çelişkilerinin azalması, asgari müştereklerinin çoğalması, ülkenin ortak sorunlarının el birliğiyle çözülmesi için uğraşılması, demokrasinin ve hukukun yerleştirilmesi gibi hedefler umurlarında değil. Değil çünkü bugün bu ülkede toplumsal kompartımanlara bölünmüş haldeyiz. Her mahalle bir diğerinden korkuyor, hiçbiri diğerine güvenmiyor, kendi varlıklarının teminatını ötekinin alt edilmesinde görüyor hepsi. Muhafazakarın solcuya bakışı da bu, solcunun muhafazakara bakışı da bu. Bunun sonucu olarak ülkenin sorunlarını çözmeyi değil, ülkeyi ele geçirmeyi hedefleyen bir yaklaşım her kesimden insanımızı esir almış durumda. İşte bunu aşmak zorunda siyaset.
Altılı Masanın birlik ve iş birliği vizyonu bu çerçevede değerli. Bunun boşa çıkarılmaması lazım.
Özel olarak, CHP’liler için de geçerli bu.
Daha önce söylemiştim, tekrarlayacağım: Kılıçdaroğlu’nun “dostlarla birlikte” iktidara yürüme stratejisine yenilerle birlikte eski dostların da destek vermesi lazım. Aksi bir durum Millet İttifakının önümüzdeki seçimdeki başarısını riske atmaz ama CHP’nin siyasetin merkezinde yer alma hedefini riske atar.