Mutfağa davet
Mutfağın kendine has bir kokusu vardır her zaman, evin diğer bölümlerinden daha başkadır. Orası emeğin ve ekmeğin mekanıdır, sanatın ve salatanın saltanatı sürer orda.
İnsan biriyle yemek yaptı mı başka bir boyuta geçer artık. Bir ekmeği bölmenin bir dilim ötesidir orası. İnce ince dağıtmanın, ateşin altını ayarlamanın, birbirine karıştırmanın anıdır o. Yeni bir koku üretilir her an, yeni bir heyecan.
Samimiyet en çok mutfakta pekişir, tuz biber olur ufak tefek sorunlar. Soğan doğranırken mutlaka şakalaşılır, racondandır. Salata yapılırken karışılır, karıştırılır. Havucun rendeye gelmeyen kenarı paylaşılır.
Bizde erkekler ne yazık ki pek girmez mutfağa. Eğer bir ev hanımı yoksa, kadın da erkek de dışarıda çalışıyorsa, ev işlerinin kadına yıkılması zulümdür olsa olsa.
Anneler kız çocuklarını sokarlar mutfağa, hangi yemeğe ne zaman tuz katılır, ne kadar karıştırılır tek tek öğretirler. Erkek çocuk bu eğitimden geçmez çoğunlukla, iyi yemek yapamaz bu yüzden. Yapsa da söylemezler, onun için kadının yeridir çünkü mutfak.
Fakat iyi menemen yapmanın başka bir havası vardır arkadaş ortamında. İşin bir de mangal boyutu var, onun bağlamı çok daha başka, belki başka bir yazıya.
Yemek tariflerinin neredeyse tümünde anlatıcı “hanımlar” diyerek başlar konuşmaya. Bu da yanlış algıyı besleme biçimidir, ilk anda anlamasak da.
Eşlerin, dostların mutfağa birlikte girmesinin; tarife bakmadan yemek pişirmesinin zirvesi çorbadadır. Birkaç yıl önce Serçe Edebiyat Dergisi’nde güzel kardeşim Enes Bahtiyar’ın bir yazısını yayınlamıştık, ne zaman çorba yapsam aklıma gelir. Şöyle diyordu bir bölümünde:
“Ben senin mercimek çorbası sevdiğine inanıyorum. Devamlı yere bakıyorsun çünkü, çok mahcupsun. Oysa bazı kızlar çorba içmiyormuş gibi davranıyorlar.”
Mutfağa tek başına girmenin de başka bir besleyiciliği vardır. Şarkılar mırıldanıp derinlere dalarız bazen. Ben bazen sevdiğim şiirleri mırıldanırken buluyorum kendimi, o yemeklerin lezzeti de başka oluyor sanki.
Sonra her şeye bir varlık olarak dokunmanın başka bir tadı var. Her geçen gün uzaklaşıyoruz doğadan. Bir eti doğrarken onun bir canlının parçası olduğunu; meyvelerin ağaçtan geldiğini, sebzeyi toprağın verdiğini unutuyoruz. Yemek yemekle besin tüketmek arasında farkı yakalamak için, yediklerimizi bir meta değil de “nimet” olarak görebilmek için mutfağa girmemiz şart.
Sarımsağın büyüsünü, kırmızı biberin estetiğini, maydanozun… Artık ne zaman maydanoz görsem Ömer Erdem’in maydanozun nasıl seçilip nasıl yıkanacağını, sonra nasıl ayıklanıp nasıl doğranacağını anlattığı yazı geliyor aklıma. Bir yeşillik, bir şairin kalemine dokununca çiçeğe dönüyor bir anda.
(https://www.karar.com/yazarlar/omer-erdem/maydanoz-ayiklamak-ya-da-1573233)
Mutfağın ve hayatın en keskin kısmı şüphesiz işin helalliğinde gizli.
Yemeğin lezzetini ve sıhhatini çok şey etkiler, en büyük pay alın terindedir. “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir”, böyle biliriz. Çalıp çırpmadan, sahtekarlık yapmadan, rant kovalamadan, faize batmadan yenilen yemek… En büyük nimet.
Bugün mutfağa birkaç parça yiyecek almak için market kasasında ömrümüzün bir parçasını bırakmamız gerekiyor. Ekonomik kriz hızla büyürken yağa, bebek mamasına alarm takılmaya devam ediyor. Fiyatlar uçup giderken sorumlular başka konulara dalıp duruyor. Belki de yetkililere bir asgari ücret verip bu parayla bir aileye her gün yemek yapmalarını istemek, onları kürsüden indirip mutfağa sokmak gerekiyordur. Tok karnına kalabalık cümleler söylemek kolay, belki bir tencerenin kaç paraya kaynadığını gördüklerinde gerçek gündeme dönerler.
Mutfağın haline bakmadan bizi başka konularla uğraştırmaya, sahte gündemler yormaya, eski metinleri tekrarlatmaya kararlılarsa yapacak bir şey yok, otursunlar salonda.
“Acıktık, hani bize yemek?” dediklerinde biz de bir şeyler söyleriz nasıl olsa.