Yahya Kemal’in şehri
Turgut Uyar bir şiirinde “İstanbul coğrafyada ışıksız bir şehir” der. Peki Yahya Kemal’in İstanbul’u “Işıksız bir şehir” miydi? İşte bu soru Yahya Kemal’in ‘Modernist bir şair’ olup olmadığını da ortaya koyacaktır. Bilindiği üzere Beyatlı 1 Kasım 1958’de vefat etti. Öldüğünde İstanbul’u ‘kör kazma’lar didik didik etmiş ve o kadim şehri yıkmıştı. Ama şair şiirlerinde bu yıkımdan ve yozlaşmadan hiç bahsetmemeyi tercih etti. Oysa bu durum gerçekle tam anlamıyla uyuşmuyordu.
Hayal, hulya, rüya, mazi, hatıra ve yâd, Yahya Kemal’in şiirlerinin anahtar kelimeleridir. Şair içinde yaşadığı şehri daima hayal ve rüya aynasında temaşa eder, yıkılan ve kaybolan şehri görmek istemez. Bu itibarla İstanbul’a bakarken zihni hep maziye döner. Tanpınar’ın dediği doğrudur: “Onda yaşanan zaman daima arkada kalana doğru akın eder (…) ilhamının her kıpırdanışında bir mazi parçası canlanır.” Kısaca o, içinde bulunduğu, değişen ve dönüşen bir şehri değil hatırasında kalan, tahayyül ettiği bir İstanbul’u tasvir etmektedir. Böylece hayal, rüya veya hatıra yoluyla, gerçekten ve yaşanan zamandan uzaklaşıp tahayyülündeki şehirde yaşamayı sürdürür. Ondaki bu zihinsel işleyişe “Kar Musikileri” şiiri örnek verilebilir. Şair gerçekte bir gece Varşova’dayken kiliseden gelen ve “İslav kederi” diye nitelendirdiği sesten hoşlanmayınca daima başvurduğu zihinsel işleyişe uygun olarak içinde bulunduğu şehirden kopar, hayalen İstanbul’a, kendisini ait hissettiği kültür ve medeniyete, körfeze taht kurar. Üstelik “İslav kederi” yerine eski plakta “Tanburi Cemil Bey” çalmaktadır.
Peki nedir şehirde gördüğü ya da görmek istemediği. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: O, Turgut Uyar gibi “Işıksız bir şehir” görmez. Uyar’ın gördüğü kirlenmiş, yozlaşmış bir ‘modern kent’tir. Yahya Kemal’in gördüğü ise “Koca Mustâpaşa” şiirinde dediği gibi her köşesine milliyetimizin sindiği İstanbul’dur. Bu itibarla onun şiirlerinde İstanbul, “çehre ve ruhiyle biz”im olandır. Kültür ve medeniyetimizin aynasıdır. Aynı sebeple şehrin daima Müslüman-Türk tarihine atıfta bulunur; daha çok da fetih günlerine… Mesela bir şiirinde “Ben hicret edip zamanımızdan yaşadım/ İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” der, Üsküdar’ı fethi gören bir semt olarak anar. Yahya Kemal’in tasvir ettiği İstanbul manzarasında İslam kültürünün simgesi olan camiler, dünya ile uhrevi hayatın iç içe geçtiği mezarlıklar, şadırvanlar geniş yer tutar. Buna paralel olarak bu şehrinde semasında en güzel dinin Tekbir’ini, Itrî’nin Nevâ-kâr’ını, Nat’ını, Tanburî Cemil Bey’in şarkılarını, şadırvanlardan akan suyun ledünnî sesini duyar. Bunlar, İstanbul’un mimarisiyle kaynaşan ve Müslüman-Türk kimliğini yansıtan ‘öz musikimiz’in nağmeleridir. Çünkü “Eski Musiki” şiirinde dediği üzere bu sazların her telinde “sade vatan” duyulur.
Beyatlı’nın şehirde gördüğü insan kadrosu da o kültür ve medeniyeti temsil eder; mümin ve mütevekkildir. Dolayısıyla onun şehrinde, modern kentin huzursuz, parçalanmış, ‘cumhur’ vasfını yitirmiş ‘birey’lerini değil, saltanat ikliminin simalarını buluruz. Onlar, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda söylediği gibi taşı yenerek bu şehri kuranlar, ‘bâni’ler ve fatihlerdir. Asil, âsude kanaatkâr ve fakirdirler. “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiirinde o cumhuru görüyoruz.
Modern şiir, parçalanmış, huzursuz, sıkıntı içindeki bireyleri tasvir ediyor. Modern kentler de bu bireylerin yaşadığı, hem doğa hem ruh bakımından kirlenmiş yerlerdir. Yahya Kemal’in şiiri bu bakımdan modern bireyi ve modern kenti içermez. Tüm yıkılmaya rağmen o saltanat ikliminin şairi “Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle” dediği üzere İstanbul’u hep eski haliyle tasvir etti. Şair şehrinde daima Müslüman-Türk’ün mimarisini, asude ve kanaatkâr insanları gördü ve deruni bir musikiyi duydu.