Kıbrıs İlim Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Merdan Hekimoğlu, son dönemde sıkça konuşulan hayvan hakları meselesini bir hukukçu gözünden değerlendiriyor.
Sakarya’nın Sapanca ilçesindeki ormanlık alanda dört bacağı ve kuyruğu kesilmiş halde bulunan küçük yavru köpeğin gördüğü insanlık dışı muamele ve tedavi altına alındıktan sonra tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetmesi kamuoyunda büyük bir infiale yol açtı. Vahşet ötesi zulme; çocuğu, kadını, yaşlısı ve genciyle Türkiye’nin dört bir yanından tepki yağdı. Yaşananları protesto eden hayvanseverler, menfur olayın yaşandığı yere siyah çelenk ve yiyecek bıraktı; ağaçlık alandaki köpeklerin ezilmemesi için yol kenarlarına taşlar koydu. Ancak bütün bu iyiniyetli çabalar masumiyet timsali o küçücük, yaralı siyah köpeğin hüzünlü bakışlarının vicdanlarımızda açtığı derin yarayı asla kapatamayacak. Ağzı süt kokan o güzelim yavru köpeğin, hayata tutunmak için verdiği çetin mücadeleye rağmen yaşama veda etmesinin acısı ruhumuzdan hiçbir zaman silinmeyecek.
Sapanca’da yaşanan bu elim olay ne yazık ki ne ilk ne de son. Gün geçmiyor ki görsel ve yazılı medyada hayvanlara yönelik olarak yaşanan şiddet ve istismar olaylarıyla ilgili yeni haberler yer almıyor olsun. Üsküdar’da denize atılan kedi, Isparta’da kulakları kesilen sokak köpeği, Tekirdağ’da 3 yavrusuyla birlikte içerisine konulan taşlarla ağzı bağlı çuval içerisinde su kanalına acımasızca bırakılan anne kedi, İstanbul Eyüp Sultan’da tecavüze uğrayan üç aylık yavru kedi ile Antalya’da arka ayaklarından sırt bölümüne kadar derisi yüzülmüş halde bulunan zavallı kedi hayvanlara karşı son bir hafta içerisinde gerçekleştirilen insan vahşetinden basına yansıyan bazıları olarak ifade edilebilir.
Bu fevkalade vahim olayların günümüz Türkiye’sinde giderek daha yoğun bir şekilde yaşanmasının temelinde sosyolojik olarak “anomik” bir toplumsal süreçten geçmemiz yatıyor. Sosyolojinin en büyük isimlerinden Fransız Emile Durkheim’in (1858-1917) artan suç ve suçluluk oranlarını tahlil ederken ilk defa ortaya attığı ‘anomi’ terimi, toplumsal bir patoloji olarak “normsuzluk” halini anlatır. Yani kısaca iki arada bir derede olma hali. Ne köylü ne kentli ne geleneksel ne de modern olma durumu. Kuralsız, ilkesiz, değersiz, tam bir kaotik ve lümpen geçiş dönemi. Endüstri devrimiyle birlikte fabrikalarda çalışmak için büyük köylü yığınlarının kentlere, müstakbel işçi sınıfını oluşturmak üzere gerçekleştirmiş oldukları kitlesel göç harekâtı ve büyük sosyal mobilizasyon bu sorunun büyük yerleşim yerlerindeki temellerini oluşturdu. Fransa’da 19. yüzyılda yaşanan ve tarımla iştigal eden kırdan sanayileşmiş kente doğru akan işte bu yoğun iç göç olgusu Türkiye’de, bir asırlık bir gecikmeyle, 1950’lerden itibaren yaşanmaya başlandı. Kentlerin yeni sakinleri artık “edep duygusunu” esas alan geleneksel, kapalı köylü toplumlarının binlerce yıla dayanan türdeş, hiyerarşik, kaderci ve itaatkâr kırsal değerleriyle kendilerini bağlı saymadılar. Küçük yerleşim yerlerindeki güçlü sosyal denetimin ve baskının etkisini de bireysel yaşamlarında hissetmez oldular. Buna karşılık kurum ve kurallar rejimi dahilinde başkasının hakkına ve hukukuna saygının egemen olduğu modern toplum düzeninin ortak yaşam değerlerini de henüz içselleştiremediler. Esasen kesintisiz en az beş kuşağın kent hayatında yaşamasından sonra ancak tiyatrodan sinemaya, estetikten hukuka, edebiyattan bilim felsefesine kadar bütün boyutlarıyla, yerleşmiş bir burjuva kültürünün ortaya çıkabileceği uzmanlar tarafından ifade ediliyor.
Bu bağlamda nüfusun geniş volümlü iç göç hareketleri üzerinden harmanlanmaya bütün hızıyla devam ettiği Türkiye’de “kır kültürü” ve “kent kültürü” arasındaki arızi bir Araf dönemi olarak ‘anomi’ halinin daha uzunca bir süre devam edeceği anlaşılıyor. Anomik kuralsızlığın en büyük mağdurları arasında kendilerini insan gaddarlığına karşı koruma ve savunma imkânı bulamayan hayvanlar yer alıyor. O halde anomik sosyolojik yapımızı göz önünde bulundurarak devletin maddi zor gücüyle destekli toplumsal düzen kuralları olarak hukuki yaptırımların devreye sokulması yoluyla hayvanlara karşı bütün bu normsuz, acımasız, zalimane ve gaddarca şiddet eylemlerini en ağır şekilde ve hapisle cezalandıran, caydırıcı bir mevzuat rejimi oluşturmamız gerekiyor. Yani geçiş dönemini, yaşamın en kırılan ve zayıf halkalarını duyarlılıkla koruyabilecek şekilde düzenleyerek, atlatmaya çalışmamız gerekiyor.
Yürürlükteki 01.07.2004 tarihli ve 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu bu canlıları yalnızca basit birer eşya statüsünde kabul ediyor.
Hayvanların korunmasıyla ilgili halihazırdaki Türk pozitif hukuku normları dikkate alındığında ne yazık ki bu bakımdan hukuk düzenimizin iyi bir noktada olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor. Nitekim yürürlükteki 01.07.2004 tarihli ve 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu hayvanları sadece basit birer eşya statüsünde kabul ediyor. Oysa hayvanlar medeni hukuktaki taşınır mallar kapsamında kabul edilebilecek birer süs eşyası değildir; aksine diğer bütün canlılar gibi yaşam hakkına sahip olan varlıklardır. Nitekim bu bağlamda Federal Almanya Medeni Kanunu’nun (BGB) 90a maddesi hayvanların eşya olmadığını ve özel kanunlarla korunacağını içeriyor. Dolayısıyla sahipli olup olmadıklarına bakılmaksızın hayvanların vücut bütünlüklerine ve yaşamlarına karşı işlenen suçlar Türk Ceza Kanunu’nda mutlaka hapisle cezalandırılmalı. Oysa aksine Türkiye’de sahipli hayvanlara karşı işlenen suçlar hala “mala karşı işlenen suçlar” kapsamında kabul ediliyor. Nitekim konuya ilişkin Türk Ceza Kanunu’nda yer alan düzenleme (mad. 151), sahipli hayvanlara karşı işlenen suçları, mağdurun şikâyeti üzerine, 4 aydan 3 yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırıyor.
Öte yandan sokak hayvanlarına kötü muamelede bulunarak öldürmek ise 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu çerçevesinde, sadece para cezası verilebilecek bir fiil olarak değerlendiriliyor. Bu bağlamda sahipsiz hayvanların öldürülmeleri halinde faile bu yılın rakamıyla bin 255 TL idari para cezası verileceği öngörülüyor. Yani fail maalesef hapis cezasıyla yargılanamıyor. Böyle olunca da hayvanlara yönelik suçlar, doğru dürüst bir cezalandırma rejimine tabi tutulmadan sonlandırılıyor. Hayvanları öldürme fiilinin karşılığı olarak benimsenen yetersiz cezalandırma rejimi, hukuk politikası bakımından, cezaların özel ve genel önleme amaçlarıyla da uyumlu değil. Cezaların özel önleme amacı, doğrudan faile yönelik olarak, suç işleyenin cezalandırılması yoluyla bundan ders almasının sağlanması ve suçun tekrarını önlemektir. Genel önleme amacı ise toplum içerisinde benzer suçları işleme eğiliminde olanları caydırmaktır. Günümüz hayat şartlarında bu para cezasının hayvanlara eziyet edip, öldürenler bakımından ciddi bir caydırıcılığa sahip olduğu iddia edilemez. Bu durumu TBMM’nin bilmediği iddia edilemeyeceğine göre yine de zamanında böyle bir düzenlemeye gidilmesinin nedeni, dönemin dış koşulları itibarıyla, hayvanları koruyan özel bir kanuna sahip olduğumuzu Avrupa Birliği’ne göstermek olmalı. Mevzuatımızda böyle bir düzenlemeye göstermelik olarak yer vermek birinci öncelik olunca, Kanunun caydırıcı bir yaptırım rejimi öngörmemesi ve uygulanmasındaki ihmaller hususu ikinci planda kalmış görünüyor.
Hayvanlara yönelik şiddet olaylarının daha yoğun bir şekilde yaşanmasının temelinde sosyolojik olarak ‘anomik’ bir toplumsal süreçten geçmemiz yatıyor.
İzmir’deki seçim çalışmaları sırasında konuya ilişkin olarak sorulan bir soru üzerine Başbakan Binali Yıldırım, hayvanlara yönelik şiddete çok ağır cezalar getirecek şekilde, yeni seçilen Meclis’in yapacağı ilk düzenleme olarak, hayvanların korunmasına ilişkin kanuni düzenlemeye gidileceğini açıkladı. Bu bağlamda Türk Ceza Kanunu’na ilave edilecek özel bir maddeyle; sahipli veya sahipsiz ayrımı yapılmaksızın bütün hayvanlara şiddet uygulayan, eziyet veya suiistimal edenlerin hürriyeti bağlayıcı ceza ile tecziyesinin gerçekleştirilmesi gerekiyor. Hayvanlara yönelik olarak işlenen suçların şikâyete bağlı olmaktan çıkarılması yanında canavarca his saiki ile veya eziyet çektirerek ya da cinsel saldırıda bulunmak suretiyle hayvanın öldürülmesi hallerinin verilecek cezalarda ağırlaştırıcı sebepler arasında sayılması da zorunluluk arz ediyor. Ayrıca emniyet teşkilatında, “adli kolluk” benzeri, hayvanlara karşı işlenen suçlarla mücadele için ülke genelinde örgütlenmiş, özel bir uzmanlık birimi oluşturulması da şart. Karşılaştırmalı hukuk bakımından nasıl bir madde metni formülasyonunun benimseneceği konusunda Federal Almanya’daki Hayvanları Koruma Federal Kanunu yeni seçilen TBMM üyelerine yol gösterici olabilir. Mezkûr kanunda, makul bir sebebi olmaksızın omurgalı bir hayvanı öldüren veyahut hayvana uzun bir süre acı veren veya ıstırap çektiren veya tekrar edecek şekilde acı veren veya ıstırap çektiren fiilleri işleyen kişiler için üç yıla kadar hapis cezası verilmesi öngörülüyor.