İbn Haldun Üniversitesi Tarihi Bölümünde Öğretim Üyesi olan Yrd. Doç. Dr. İbrahim Vehbi Baysan, son aylarda İngiltere’de art arda meydana gelen terör saldırıları çerçevesinde Britanya ile Müslümanların ilişkisini ele alıyor.
İBRAHİM VEYSİ BAYSAN YAZDI
Haftalardır terör saldırıları girdabında çalkalanan İngiltere (bir başka adıyla Birleşik Krallık), geçtiğimiz hafta saatler gece yarısını gösterdiğinde yeni bir saldırıyla sarsıldı…
Londra’nın kuzeyine doğru ilerleyen ana cadde (Seven Sisters caddesi) üzerinde Finsbury Park Camii ve yine aynı cadde üzerindeki İslami Yardım Kuruluşu (Muslim Welfare House)’dan teravih namazı sonrası çıkmakta olan kalabalığın üzerine aracını süren bir (veya daha fazla) kişi ilk belirlemelere göre ölümlere, ondan fazla kişinin de yaralanmasına neden oldu – yaralılardan bazılarının durumunun ağır olduğu belirtiliyor.
O gece cadde üzerindeki yayaların neredeyse tamamına yakınının Müslüman olması ve kullanılan aracın büyüklüğü (beyaz bir van), saldırının planlı ve kasten yapıldığı olgusunu güçlendirirken olabildiğince fazla masum insanın ölümüne sebebiyet vermenin öngörüldüğü aşikâr. Yeni bir terör saldırısıyla karşı karşıyayız!
Finsbury Park Camii, 1994 yılında Londra’nın yoğunluklu nüfusunun Müslüman olduğu kuzey bölgesinde açıldığında Müslümanlar arasında sevinçle karşılanmıştı. Bu cami sadece Müslümanlara değil aynı zamanda hükümetin diğer farklı etnik grupları da içine alan “birlikte yaşama” kültürünü geliştirme siyasetine de hizmet eden bir yapıydı. O civarda yaşayan “beyaz” İngilizler bu camiyi yadırgamamış, aksine cemaatin organize ettiği pek çok sosyal faaliyette yer almış, almaya da devam etmektedir.
Cami sadece bir‘”namazgâh” olmayıp, tam da işlevine, yani “tecmi” vasfına uygun olarak bünyesinde kültür faaliyetleri ile sosyal yardımlaşma projelerini de toplayan, barındıran ve kapıları Müslüman olmayanlara da açık çok amaçlı bir yapı görevini görüyor.
O tarihlerde, John Major başbakanlığında hükümetin “Multiculture – çok kültürlülük” sloganıyla ülkedeki farklılıkları asimile etmek yada dışlamak yerine “co-existance” yani “birlikte var olma” ideali güderek kucaklayan bir politikası başlatılmıştı. Ülkenin çeşitli bölgelerindeki yerel idareler de bu yeni olguya olumlu karşılık verdiler. Hükümetin bu politikası kaçınılmaz olarak ülke genelinde yeni tartışmaları başlattı, fazlasıyla yankı buldu ve çoğunlukla da destek aldı. Akademik argümanlar ve yüksek lisans ile doktora çalışmaları kültür mozaiği diye de çevirebileceğimiz ”diversity” üzerinden şekillenmeye başladı. Tartışmaların odak noktasını çok ilginç görüşler belirledi. Buna göre, İngiltere çeşitli kültür ve etnik grupların çekim merkezinde ve uzun süre böyle kalmaya devam edecekti. Bu gerçeklik ile yaşamaya alışmalıydı, tepki göstermenin ve bu grupları dışlamanın çözüme fazla katkısı yoktu. Aksine, bu tür tutumlar istenmeyen, beklenmeyen zararlı sonuçlara yol açabilirdi.
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜĞE CEPHE
Geleneksel İngilizlerin bir kısmı multiculturalizm’e şiddetle karşıydılar, onlara göre “çok kültürlülük” diye bir şey olamazdı. Böylesi bir politikanın ancak hükümetin hayal ürünü olduğunu, asla başarılı olamayacağını savunuyorlardı. Onlara göre bu ülkeye yerleşmek üzere gelmiş olanlar bir “Britanyalı” gibi yaşamalıydı. Bir başka deyişle, var olan kültüre uyum sağlamalıydılar. Ancak, bunları savunanlar, “Britanyalılık”nedir sorusunun tam yanıtını vermekte zorlanıyorlardı. Çok kültürlülüğün ne olduğu, hükümetin ne yapmak istediği konusunda aşağı yukarı hem fikir olunuyorsa da buna itiraz edenlerin argümanları hem çeşitlilik gösteriyor hem de bir temele oturmuyordu.
“İngiliz gibi yaşamak”, “yerel kültüre uyum” gibi ifadelerin içi boştu ama bunların altında yatan beklentileri sezinlemek pek de zor değildi. Ana hatlarıyla, erkekseniz şalvar-kamiz giyip kafayı ve bıyıkları tıraş ederek sakal uzatmış halde sokaklarda dolaşmanız, kadınsanız etnik kimliğinizi açığa vuran sari veya lehenga chori ile ortalıkta olmamanız isteniyordu. Dahası, herkesin arasında, metroda (tube), otobüste İngilizlerin anlayamayacağı dillerden konuşmamanız da gerekiyor. Yine anlaşıldı ki Müslümanların etnik aidiyetleri konusunda tam bir cehalet söz konusu. “Karşı” oldukları kişilerin nereli olduklarını, nasıl bir kültürden geldiklerini asla bilmiyorlar. Onlara göre zihinlerinde bir Müslüman prototipi var ve değişmesini, evrilmesini istedikleri “kişi” o prototip.
O yıllar tam da London School of Economics ve Londra üniversitesine bağlı SOAS (School of Oriental and African Studies) yıllarına rast geldi ve kendimi bu tartışmaların içinde buldum. Çok kültürlülüğü öğrencilerimle ve akademisyen dostlar ile enine boyuna tartışma olanağı yakaladım. Aslında benim için de yeni ve son derece ilginç olan bu konular tartışıldıkça daha da fazla anlam kazanıyordu.
Bu tür durumlarda, “İngilizler Hindistan’ı işgal ettiklerinde casusluk faaliyetleri hariç yerel kıyafetlere bürünüp yerel dilleri öğrenip konuştular mı?..” diye sormak ya da “Bırakın yerel kıyafetlere bürünmeyi, kendi giyim tarzlarını ve yaşam biçimlerini yerel halka empoze ettiler mi? Etmediler mi?...” diye sormak da pek bir mana ifade etmiyor. Üstelik, 1858’de British India - Britanya Hindistanı diye “çakma” bir devlet de oluşturmuş olan İngiltere, bu yapının 1947’de yıkılışına kadar bırakın yerelle hasbihal olmayı, kendi giyim ve kültürünü yerli halka zorla dayatarak kuşaklar boyu sürecek bir kültürel yıkımı gerçekleştirmiştir.
Yine de İngilizlerin haklarını yemeyelim, doksanlı yıllarda kendi polis teşkilatı içinde “Institutional Racism - Kurumsal Irkçılığı” deşifre eden güçlü medyası sayesinde bu olumsuz yapıyı ilk tanıyan ve resmi mücadele başlatan ilk ülkedir.
O yıllarda, polis şiddetine karşı ayaklanan Manchester’ın Müslümanların yoğun yaşadığı Oldham gibi bölgeleri günlerce süren sokak çatışmalarına sahne olmuştu. Hatta, çatışmalar şehir merkezi dahilinde Hint ve Pakistan lokantalarıyla ünlü Rusholme ile Levenshulme’e de sıçramış, polis olayları kontrol altına almakta zorlanmıştı.
O tarihten sonra, İngiliz polis teşkilatı Müslümanların yoğunlukla yaşadığı Birmingham ve Bradford gibi şehirler başta olmak üzere, diğer bölgelerde çoğunluğu güney-doğu Asyalı Müslüman gençleri işe alarak sorunun çözümüne katkıda bulunmayı seçmişti. Hatta kurumsal ırkçılık ile mücadele kapsamında polis müfettişlerini dahi farklı etnik ve dini gruplardan seçmiş, teşkilat içindeki soruşturmalara onları dahil etmeye başlamıştı.
Özellikle UKIP (United Kingdom Independence Party - Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) seçim propagandalarında ve Brexit sürecinde Müslüman topluluklar ve diğer etnik guruplar pervasızca malzeme yapıldı. Ülkedeki işsizliğin ana sebebinin bu gruplar olduğu vurgulandı, ülke genelinde suç oranının artmasına bu grupların katkı sağladığı ihsas ettirildi.
Halbuki, durum tam tersiydi, istatistiki olarak Birleşik Krallık güvenlik güçlerinin mücadelede zorlandıkları alanlarda bu gruplar pek yer almıyor.
SORUN ALANLARI
Bu grupların hiçbir üyesi hiçbir şekilde suça karışmıyor demek pek doğru olmaz ama Müslüman gençler arasında alkol ya da uyuşturucunun etkisi altında araç kullanma (drink driving) ve bunun neden olduğu kaza oranı son derece düşük. Yine Müslüman gençler arasında aşırı alkol alarak (binge drinking) sonu yaralama veya ölümle biten olaylara karışma oranı son derece düşük. Uyuşturucu bağımlılığı daha az ve buna bağlı olarak uyuşturucu temin etmek için hırsızlık, gasp vb. suçlara karışma oranı düşük. Trafikte daha sakin sürücüler ve yol kavgasına (road rage) karışma oranı düşük. Birleşik Krallık’ta genç kızlar arasında çok genç yaşta hamile kalma oranı her geçen yıl artıyor ve alınan önlemler yetersiz kalıyor. Bu genç kızlar genellikle çocuğu doğurup belediyenin kendisine sağladığı ev imkânından yararlanmak istiyor. Bu durumda, genç kız eğitimini tamamlayamıyor ve yaşıtları ile oluşturmuş olduğu sosyal çevreden koparak yalnızlığa sürükleniyor. Eğitimsiz olduğu için iş bulamıyor, psikolojik rahatsızlıklar baş gösteriyor ve büyük olasılıkla uyuşturucu batağına saplanıyor. Müslüman genç kızlar arasında bu durum (teenage pregnancy) yok denecek kadar az ve bir toplumsal sorun oluşturmuyor.
Art arda gelen şiddet olayları; 22 Mart 2017’de İngiltere parlamentosuna ve Westminster Köprüsü üzerinde yapılan saldırı, 22 Mayıs 2017’de Manchester arenada bir konser esnasında meydana gelen, pek çok gencin ölümüne ve yaralanmasına yol açan patlama, 3 Haziran 2017’de London Bridge üzerinde yayaların üzerine sürülen beyaz van, (hatta ilgisiz olsa bile) 14 Haziran 2017’de meydana gelen Londra’da 24 katlı Grenfell yangını şiddet sarmalına maruz kalmış toplumda zaten var olan ve gittikçe artan gerilimi daha da tetikleyen unsurlar oldu.
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri ile kıyaslandığında Britanya medyası bu tür çok hassas dönemlerde doğrudan herhangi bir dini veya etnik grubu hedef almamasıyla daha büyük bir sorumluluk örneği sergiliyor. Hatta, Metropolitan Polis Teşkilatı, Londra Köprüsü üzerindeki saldırganlar etkisiz hale getirilmiş ve kimlikleri derhal tespit edilmiş olmasına rağmen üç gün boyunca bu konuda hedef göstermeden ortamın sakinleşmesini bekledi.
Finsbury Park saldırısının da terör olduğuna şüphe yok ancak bireysel bir eylem mi yoksa örgütsel mi olduğunu muhtemelen öğrenemeyeceğiz. Oysa yakın gelecekte olayların nasıl bir seyir izleyeceğinin en önemli işareti eylemin niteliği olacak.
Umulur ki global anlamda gittikçe dozu artan şiddet sarmalı daha fazla masum insanın hayatına mal olmadan son bulur ve insanlık bir takım politik/ideolojik çatışmaların kurbanı olmaz.