Görüşler

Prof. Dr. Mehmet Evkuran yazdı: Doktora makamı içtihat makamıdır

Prof. Dr. Mehmet Evkuran yazdı: Doktora makamı içtihat makamıdır

Dün Prof. Dr. İskender Öksüz’ün değerlendirdiği yardımcı doçentlik konusunu Hitit Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Evkuran bugün farklı boyutlarıyla ele aldı.

Bu makalenin yazarı, doktora tezini tamamlamış olmasına rağmen 50/d maddesine takıldığı için 2 yıl beklemiş, araştırma görevlisi iken doçent unvanı almış, kadrosu Ar.Gör. olduğu gerekçesiyle kendisine ders ve danışmanlık verilmemiş, kadroya atanmak için 8 yıl beklemiştir. Akademik gerekçeler ardında ne tür ahlâksızların yapılabileceğini uygulamalı olarak tecrübe etmiştir. Dolayısıyla akademik hayatımızla ilgili son gelişmelere dair kendimce gözlem ve değerlendirmelerim bulunmaktadır. Yıllar önce Hilmi Ziya Ülken’in kitaplarını okurken beni şaşırtan bir tecrübe yaşadım. Üstat Ortaçağ’da İslam düşüncesinin gelişimini ve kurumsallaşmasını açıklarken kavram analizi yapıyordu. İlmin itibarı, düşünce özgürlüğü ve ilim yolunda yürüyenlerin hasletlerini anlattığı bölümde içtihat ve müçtehit terimlerini açıklıyordu. Sözün bir noktasında müçtehid’in doğuşu, tarihi ve özelliklerini anlatırken bu kavramı Batı’daki docteur/doctor ile eşleştiriyordu. Dikkatimi çeken ve beni biraz sarsan da bu müçtehid=doktor eşleştirmesi olmuştu. İslam geleneğinin ve düşüncesinin bu saygın, zorlu ve hatta “ulaşılamaz” cevher kavramı nasıl oluyordu da ve hangi hakla modern pozitivist Batı’nın seküler bir kavramıyla aynîleştiriliyordu?!

Şaşkınlığımın nedenini daha sonra kavradım. Sorun hocada değil, düşünme alışkanlığımdaydı. Batı ile Doğu arasında keskin ve telafi edilemez bir ayrım vardı. Özellikle İslam ile modern Batı bambaşka şeylerdi, aralarında çatışma vardı ve hiçbir şeyleri benzemiyordu. Tam da böyle düşünürken İslam geleneğinin önemli kurucu kavramlarından biri olan müçtehid’in, “docteur” olarak karşımıza çıkarılması ezber bozucu bir etki yapmıştı. Zihnimde ayrı dünyalar için kodlanmış bu iki kavramın, aynı arka plandan beslenmiş olabileceği düşüncesi zorlayıcı bir bakış açısı oluşturmuştu.

Hayatımıza dokunmayan karizmatik, ağır ve ulaşılamaz kavramlarımız var. Ne kadar ilmî ve rasyonel olsalar da onlarla ancak fantezi ve hayal dünyamızda sanal olarak ilişki kurabiliyoruz. Bu gerçek bir ittisal, özümseme ve içselleştirme değildir ve yaşanmakta olan hayatta da karşılığı bulunmamaktadır. İçtihat ve fetvâ yetkisinin sıkı tanımlanmasının tarihsel ve dinî gerekçeleri vardır. Ancak genel anlamda içtihad, tecdit ve akletmeye karşı bir şüphe ve düşmanlığın yaygınlaştığı da bir gerçektir. İçtihadı ve müçtehidi bu kadar uzak ve erişilemez kılarken aslında, düşünmeye ve konuşmaya dair erdemleri de hayatımızdan çıkarmış olmadık mı? Geriye mukallidin ahlâkı ve seviyesi miras olarak kalmıştır. Yenilenmeye muhtaç bir miras için sonsuz sayıda mukallit yetiştirmek, “daire-i fâsite” ve “cehaletin tahsili”dir.

İslam geleneğinde müçtehit daha çok fıkıh alanıyla özdeşleşmiştir. Bir meseleyi dinî açıdan değerlendirme ve kararını/hükmünü açıklama yetkisini ifade eden içtihat, güçlü bir birikim ve sağlam bir donanım sahibi olmayı gerektirmektedir. Her fıkıh ekolü kendi eğitim sistemini kurmuştur. Dönemin öne çıkan âlimleri dersler vererek öğrenciler yetiştirmekteydi. Dinî ilimlerin yanında tıp, matematik, astronomi, mantık vb. ilimler de öğretiliyordu. İçtihat yapabilecek bir düzeye ulaşmak sadece kişisel çaba yeterli değildi. Bunun yanında ilim adamlarının onayı/icazeti de gerekliydi. Bir müçtehit, bir başkasının görüşüne uymak zorunda değildir, hatta “müçtehit” olduğuna göre kendi görüşünü oluşturmak zorundadır. Başkasının görüşü ileri sürülerek bir müçtehidin görüşünün hatalı olduğu ileri sürülemez. Her müçtehit isabet etmiştir. Hata etmiş olsa bile yine da dinî açıdan mükâfat kazanmıştır. Tektipçi ve dogmatik çalışan modern dinî zihinler için gerekli olan derinlik ve esnekliğin geleneğimizde yer aldığını, öncelikle “gelenekçilerimiz” anlamalıdır. Düşünce özgürlüğüne ve düşünürün saygınlığına vurgu yapan bu eşsiz vizyon; akademik özgürlük, özerlik, kürsü dokunulmazlığı gibi değerlerin da arka planını oluşturmuştur. Modern akademik unvanların ortaya çıkmasında rol oynayan bir İslamî kavramı yeniden keşfetmeye çalışmak, akademik değerlerin de kavranmasına yol açabilir.

17-08/02/0208krr11a.jpg

Tüm bunlar Ortaçağ İslam dünyasında ilme ve âlime nasıl bakıldığını ortaya koymaktadır. Bu değerlerin toplumun tamamı tarafından paylaşılması gerekmez. Nitekim dinî hakikatin akıl değil de keşf yoluyla elde edileceğini savunan bir damar her zaman olmuştur. Fakat en azından âlimler, ilim sevenler ve yöneticiler tarafından benimsenmesi büyük önem taşımaktadır.

İLME KARŞI SEVGİ

İslam geleneğinde ilme ve düşünen insana verilen bu değer, arkadan gelenlerin ilme daha büyük sevgi ve saygı ile bakmalarına, kendilerini bu yolda zorlamalarına ve sonuçta ilmin yükselmesine yol açmıştır. Günümüzde de aynı kural geçerlidir. Düşünmenin değerlendirildiği ülkeler, dünyanın en zeki ve üretken insanlarını çekmektedir. Öyle görülüyor ki İslam geleneğindeki müçtehidin saygınlığı, Batı’da akademisyenin önemi olarak gelenekselleşti. Bizde ise müçtehitten çok “mehdimsiler” revaç buldu. Müslümanların nesil, din ve akıl güvenliği de müçtehidin açık ve denetlenebilir düşüncelerinden uzaklaştı ve mehdimsilerin günübirlik ilham ve rüyalarının (hevâ ve heveslerinin) elinde oyuncak oldu.

İlgisiz gibi duran içtihat kapısının kapalı olup olmadığına dair tartışma da temel olarak düşünmenin ve akıl yürütmenin meşruiyeti ile ilgilidir. Daha fazla olarak ise, müçtehide tanınan yetki ve ayrıcalıklar gözetildiğinde, düşünme ve konuşma ahlâkının yaygınlaşmasıyla ilgilidir. Fiilen kapının açık olduğunu ancak içtihad gücüne sahip kimsenin kalmadığını ifade eden esnek ancak sonuçta karamsar bir söylem de ortada dolaşmaktadır. Tüm bunlar bir yana Batı bizim müçtehidimizden docteur çıkarmayı başardı. Akademyada bunu kurumsal bir kimliğe ve saygınlığa kavuşturdu. Biz müçtehitsiz kaldık ancak Batı üretme, araştırma ve öğretme konusunda canlı bir model ortaya koyabildi. Bugün Batı üniversitelerinde en önemli unvan doktor’dur.

Akademide asıl sorun, akademinin ne işe yaradığı sorusunun unutulmaya başlamasıdır. Akademik unvan için gerekli olan kriterler sağlanamadığından atanamamış olmayı “mağduriyet” olarak tanımlayan ve bunu da muhafazakâr-dindar hassasiyetleri çarpıtarak ortaya koyan söyleme, en çok bu kimliği taşıyanların itiraz etmesi gerekir. Kriterler tartışılmaz değildir. Nitelik ve kaliteyi koruyan ve geliştiren yöntemler pekâlâ düşünülebilir.

Akademik yeterliliği yanlış anlayan, kriter fetişizmi yapan, akademik kriterleri bir kalkan olarak kullanan, kriterden sadece yabancı dil seviyesini anlayan vs. yaklaşımlar, akademik yapılanmada sorunlara yol açmıştır. Kritersiz olmayacağı açıktır. Ancak bu kriterleri sadece tepede oturup talep eden değil, akademisyen yetiştirme sürecinde adayları teşvik eden ve kazandıran bir sistem kurmak ve bunu güçlendirmek zorundayız.

Cumhurbaşkanımızın yardımcı doçentlik hakkındaki açıklaması üzerine YÖK tarafından bir çalışma başlatıldı. Yardımcı doçent kadrosunun 12 Eylül’ün bir ürünü olduğu, üniversitelerde boşalan öğretim üyesi kadrolarını doldurmak üzere doktoralı öğretim elemanlarının 3 yıllığına sözleşmeli olarak atandığı bilinmektedir. Ara dönem ürünü olan bu bakiye, akademya tarafından evcilleştirilmiş ve sisteme dâhil edilmiştir. Bununla birlikte dikiş izleri kapanmamıştır. Örneğin öğretim üyesi statüsünde sayılmasına rağmen yardımcı doçentler sözleşmeli pozisyonda çalışmaktadırlar. Bu nazik durumun en acı sonuçları 28 Şubat sürecinde yaşanmıştır. Sözleşmesi uzatılmayıp görevlerine son verilen ve gerçek bir mağduriyet yaşayan yardımcı doçentlerin sayısı az değildir. Normal koşullarda ise yardımcı doçentler emekli oluncaya kadar üniversitelerde görevlerine devam edegelmişlerdir.

Kabul etmek gerekir ki zamanla akademya kurumsal olarak bu duruma uyum sağlamıştır. Örneğin günümüzde pek çok üniversite yardımcı doçent kadrosu için senatosunda kararlaştırdığı bazı kriterler koymuştur. Doktora öğrenimini tamamlamış olan bir akademisyen bu kriterleri sağlamak için çalışmakta, kendisini geliştirmekte ve daha yetkin bir akademisyen olma yolunda ilerlemektedir. Bu kriterler, eski ve büyük üniversitelerde yeni üniversitelere oranla daha zorludur. Ancak akademik gelenek oluşturmak ve tematik bazda üniversite kimliği inşa etmek için bu tarz kriterlere her zaman ihtiyaç duyulacaktır. Bazı üniversite senatoları, yardımcı doçent atama kriterlerini abartılı biçimde yükseltmiştir. Kendi kadrosunda çalışıyor olmasının yanında yabancı dil, yayın ve birkaç yıl çalışma şartı getirmiştir. Bunu akademik tecrübesi olmaksızın diğer kurumlardan geçişleri süzmek için yapıyor olabilirler. Bu konunun her akademik birimin yapısı, işleyiş tarzı, ihtiyaçları göz önünde bulundurularak ilgili birim yönetim kurullarına bırakılması akademik özerklik adına daha doğru olacaktır.

Şu an yardımcı doçentler için en önemli sorun olarak öne sürülen konu, yabancı dil barajıdır. Pek çok yardımcı doçent ders vermenin yanında, alanında takdire değer çalışmalar yapmaktadırlar. Ancak yabancı dil sınavını veremedikleri için akademik yükselme yapamamaktadırlar. Yabancı dili pratik olarak çok iyi derecede konuşan ve yazanlar bile sınava takılmaktadırlar. Bu işte bir tuhaflık vardır. Ölçme-değerlendirme kapasitesi kesinlikle tartışmalı olan YDS’nin yanında yeni ihdas edilen YÖKDİL de sorunları çözmekten uzaktır. Dinleme, konuşma, yazma yeteneklerinden hiç birine dokunmayan sadece kelime ve paragraf becerisini ölçen (!) bu sınav yerine, akademisyenlik mesleğinin saygınlığına uygun gerçek bir ölçme değerlendirme modeli ikame edilmelidir. Tek başına yabancı dil sınavının kaldırılması, en kötü çözüm olacaktır.

ÖYP konusunda yapılan hatalar yardımcı doçentlikte yapılmamalıdır. Araştırma görevlisi yetiştirmek amacıyla geliştirilen ÖYP modeli, kısa zamanda soruna dönüştü. Cari yöntemle araştırma görevlisi almayı tercih eden büyük üniversiteler, ÖYP’ye sıcak bakmadılar. Ana fikir şuydu: Anadolu insanı istediği üniversiteye girememektedir. Merkezi sınavla bu engel kaldırılacak ve başarılı gençlerimiz tercih ettikleri birimlere yerleştirilecektir. Düşünce güzel ve iyi niyetliydi. Ancak uygulama hiç de öyle işlemedi. Hoca-öğrenci ilişkisinde kopukluklar, bilimsel birikimin geri planda kalması, alan seçiminde belirsizlikler vs. yaşandı.  Ayrıca ÖYP’li gençler farklı mevzuata bağlı olmanın sıkıntılarını yaşadılar. Bundan çıkan sonuç; gelenek oluşturmak sabır, saygı ve dikkat gerektiriyor. Özellikle üniversite sisteminde oturmaya başlamış kurum ve değerleri yerlerinden sökerek, sil baştan yapmak mevcut kazanımları da baltalayacaktır. Akademisyenlerin görüş ve önerilerinin alındığı bir tartışma sürecini başlatmak ve tepeden inme kararlar almaktan kaçınmak gerekir.

BÜROKRASİNİN ETKİSİ

Üniversitelerimizin görünür biçimde siyaset ve bürokrasi paradigmasının etkisi altında olmasının temel sorun olduğu görmezden gelinmektedir. Siyasetin ve bürokrasinin değerleri, akademik değerlerle karıştırılmaktadır. Makamını, daha yükseklere hazırlık ve kendini kişisel gelişimini gerçekleştirme fırsatı olarak gören yönetici tipine üniversitelerde sık rastlanmaya başladı. Akademya topluma ve devlete yarar sağlayacaksa, kendi ağırlığı ve saygınlığından taviz vermeksizin doğru duruşunu korumak zorundadır. “Doğru duruş”u, kendi ülkesine ve toplumuna aşağılayıcı gözlerle bakmak, en küçük bir sorumluluk ve aidiyyet duymamak, kaynaklarını tükettiği insanlar için bir şeyler yapmayı “bayağılaşma ve akademiden uzaklaşma” olarak görmek ile karıştırılmamalıdır. Bu tarz “academicus”lar unutulmuş değildir. Cüppelerini giyip “ordu göreve” sloganları atarak, içlerindeki faşizmi nasıl ifşa ettikleri resimler çok taze… Buna karşı durmak kadar, akademik değerlerin aşağılanmasına karşı durmak da doğru duruşun gereğidir. Zira onların yaptığı şey bilim değil en kötü anlamıyla siyasetti. Siyasal mücadelenin yeri akademya olmamalıdır. Bir dogmatizmin yerine diğerini ikame etmek doğru değildir. Bu politikanın sonu, gerçek anlamda düşüncenin, insafın, uzlaşı zeminin kendi elimizle yok edilmesi olacaktır. 

İslamî kavramlarla konuşursak, emanet-ehliyet dengesini her zaman ve zeminde olduğu gibi akademyada da gözetmek gerekir. Ülkenin kaynakları ile yetişmiş parlak zekâların ülkelerine hizmet etmelerinin yolunu açmak ve bunun için üniversiteleri teşvik etmek zorundayız. Bunun yanında akademisyen olmanın genel kuralları her neyse onları ciddiyetle ve dürüstlükle uygulamak lazımdır. Son dakikada değişen yönetmeliklerle sürpriz kriterleri akademisyenlerin karşısına çıkarmaktansa, bu yola girdikleri ilk andan itibaren hangi kriterleri sağlaması gerektiği bilmeleri sağlanmalıdır. Yardımcı doçentlik konusu tek başına değil, akademik hiyerarşi bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. “Yardımcı doçent kadrosunun kaldırılmasının sonuçları neler olabilir?” sorusu üzerinde durmalıdır. Bu uygulama, doktora ile doçentlik arasında bir boşluk oluşturacaktır. Doçentlik kriterlerinin genel olarak yükseltildiği göz önünde bulunduran bazı üniversiteler, yardımcı doçentlik atama kriterlerine bunu yansıtmaya başladılar. Aslında bir sorun varsa eğer doçentlik ile birlikte düşünülmesi gerekir. Yardımcı doçentlik ile ilgili taleplerin ve alınan kararların doçentliğe de yansıması kaçınılmaz olacaktır. Doktoralı öğretim elemanının ders vermesi ve danışmanlık yapması mevcut mevzuat açısından da mümkündür. Doktor öğretim üyesi ya da görevlisinin özlük hakları büyük ihtimalle yardımcı doçentinkine benzer olacaktır. Ancak bir ara kadro olarak Türk Yüksek Öğretiminin içselleştirdiği yardımcı doçentliğin bir anda kaldırılması, akademik sistemimizin yeniden organize edilmesini gerektirmektedir. Puzzle’da bir parçadan kurtulmak istiyorsanız, bütünü yeniden kurgulamak zorundasınız. Sistemi doğru kurmak zorundayız. İstismar edenlerin, ilkelere bağlılığımızı sarsmasına izin vermemeliyiz.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir