Kur’an-ı hakîm yalnız yirmi üç senede değil, yaklaşık bin beş yüz seneden beri bütün insanlara ve cinlere karşı meydanı okumuş ve bu meydan okuma, kıyamete kadar devam edecektir
Allah’ın iki kitabı vardır. Biri kudret ve irade sıfatından gelen kâinat kitabı, diğeri kelam sıfatından gelen Kur’an-ı hakîm. Ki bu Kur’an, kâinat kitabının ezeli bir tercümesi ve kâinat kitabında kevni/ontolojik lisanlarla okunan tekvini ayetlerin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin tefsiri olduğu gibi; arz, semavat sahifelerinde müstetir/gizli esma-i hüsnanın definelerinin keşşafıdır.
Kur’an-ı hakîm yalnız yirmi üç senede değil, yaklaşık bin beş yüz seneden beri bütün insanlara ve cinlere karşı meydanı okumuş ve bu meydan okuma, kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an’ın indiği dönemde bu meydan okumaya karşı, kısa bir sûreyi getirmek gibi kolay bir yolla Kur’an’a muaraza etmek mümkün olsaydı, İslam düşmanları bunu bırakıp en zor olan savaş yolunu tercih ederler miydi? Arap dili edebiyatının en meşhur meydan süvarileri, en ünlü şair ve hatipleri kısa bir sureyi getirmek yerine can, mal ve çoluk çocuklarını tehlikeye atıp en dehşetli yol olan savaşmayı tercih etmeleri onların acizliklerinin en açık delilidir. Akıl, ilim, fikir bazında mağlup olduğu zaman kaba kuvvete baş vurmak cahil ve zalimlerin şiarıdır. Arap müşrikleri de bu kurala canlı bir örnek olmuştur. Meşhur ediplerden dil uzmanı Câhız’ın dediği gibi, Arap edebiyatının ünlü ve efsane hatipleri tarafından “muaraza-i bil-hurûf(harflerle/ yazacakları bir eserle muaraza etmek) mümkün olmadığı içindir ki, muharebe-i bissüyûfa(kılıçla savaşmaya) mecbur oldular”(bk. Sözler, 368-369).
Böylece inkârcıların en kısa bir sureye bile bir benzer getiremeyecekleri tescil edilmiş ve onların Kur’an karşısında ne kadar âciz ve hakir bir vaziyete düştükleri açıkça ortaya konulmuştur”( Zerkânî, Menahil, II/356-357.
Kur’an, Kâinatla i’caz ortak paydasına sahiptir
“De ki: Bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için bütün insanlar ve cinler toplanıp da birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler”(İsra, 17/88) mealindeki ayette, Kur’an’ın taklit edilemez bir mucize olduğuna dikkat çekildiği gibi, “ İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bakalım O’ndan başkası ne yaratmış! Doğrusu, o zalimler besbelli bir sapıklık içindedirler”(Lokman, 31/11) mealindeki ayette de evrenin baştanbaşa eşsiz bir sanat tablosu olduğu, taklit edilemez bir mucize olduğuna işaret edilmiştir.
Keza, “Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah’tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bir sinek yaratamazlar! Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! Onlar Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir”(Hac, 22/73-74) mealindeki ayetlerde kâinat kitabının taklidi imkânsız bir i’caza sahip olduğuna dikkat çekilmiştir.
Şüphesiz, Kur’an’ın i’caz durumu, kâinatın i’caz durumu gibidir. Mücessem bir Kur’an olan kâinatın en ufak bir parçasının bir benzerini icat edip ortaya koymak mümkün olmadığı gibi, Kur’an-ı kerimin en ufak bir parçası olan en kısa bir suresinin bir benzerinin ortaya konulması da mümkün değildir. Değişik elementleri ihtiva eden toprağı insan ele aldığı zaman, ondan kerpiç, çömlek, sütun ve benzeri şeyler meydana getirir. Hâlbuki Allah aynı topraktan hayat halk ediyor, nabzı atan ve kalbi çalışan insan ve canlılar yaratıyor. Kur’an’ın durumu da bundan farklı değildir. Aynı kelime ve harfleri insan kullandığı zaman normal bir söz olur, bir kafiye olur, bir nesir, bir nazım olur. Ancak Allah, aynı kelime ve harflerden eşsiz, mucizeli Kur’an ortaya koyuyor. İşte Kur’an bu gerçeği gözler önüne sermek için bazen Kur’an’ın bir benzerini, bazen on suresinin benzerini, bazen de bir tek suresinin bir benzerinin getirilmesini isteyerek muarızlarına karşı meydan okumuştur.
Buna rağmen, iman edenler yanında iman etmeyen insanlar da olmuştur. Şunu unutmamak gerekir ki, din bir imtihandır. İmtihan ise gizli, kapalıdır. Âdil bir imtihanın cereyan etmesi için, peygamberlerin, vahyin, dinin söyledikleri şeylerin insanlar tarafından kabul edilip edilmeme özgürlüğü olması lazımdır. Öyleyse akla kapı açılır fakat özgür iradesi elinden alınmaz. Tek yönlü zorunlu istikamet gösterilmemelidir ki, kişi dilediği yolu tercih etmekte serbest olsun.
Yoksa her şey güneş gibi açık olursa, verilen böyle bir kopya, imtihanın ciddiyetini ortadan kaldırdığı gibi, çalışkan kimselerle tembel kimselerin, bilenlerle bilmeyenlerin hepsine aynı not verip sınıfı geçirmek gibi büyük bir adaletsizlik olur. İstiklal şairimiz ne güzel terennüm etmiştir:
“Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol!
Yol varsa budur bilmiyorum başak çıkar yol” (M. Akif Ersoy)