‘Geçmişin değil yeninin gölgesinde eziliyoruz’

‘Geçmişin değil yeninin gölgesinde eziliyoruz’

Üçüncü romanı ‘Ruhunu Sanatlar Derneği’nde okurunu büyük dedesi padişahın mutfağında aşçı olan karakterinin günlüğü üzerinden unutmak, hatırlamak ve bu topraklara özgü siyasete dair bir yolculuğa çıkaran Fatih Gezer: “Mehmet Aşçı’nın atalarına doğru sürekli dönüşü bir sığınak arayışından kaynaklanıyor. Geçmişinin başına gelenlerde payı olsa da asıl altında ezildiği yeninin gölgesi. Çünkü toplum olarak bir tanıma dahil olmaya odaklanmış durumdayız.

SEDAT PALUT

Fatih Gezer, 2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödül’ünü kazanan ilk eseri ‘Ölüler Kıraathanesi’nin ardından ikinci romanı ‘Suni Tebessüm’ ile geçen yıl okurla buluşmuştu. KARAR okurlarının ‘Suni Tebessüm’ üzerine yaptığımız röportajı ile hatırlayacağı yazar, şimdi de yeni romanı ‘Ruhunu Satanlar Derneği’ ile bir kez daha okurların karşısında. Gezer, Everest Yayınları etiketiyle basılan yeni romanında okurunu büyük dedesi Padişah Vahdettin’in mutfağında aşçı olan Mehmet Aşçı karakterinin günlüğü üzerinden unutmanın, hatırlamanın ve aşkın kimyasına dair bir yolculuğa çıkarıyor. Protest müzik ve belgesel sinemaya olan ilgisiyle de tanınan Gezer ile toplumun ‘başarısız’ olarak yaftaladığı karakterleri ve dramatik konuları gülümseten bir üslupla ele aldığı, yer yer siyasete de dokunan romanı hakkında konuştuk.

02kr02man.jpg

Kahramanımız Mehmet Aşçı’nın ailesi Osmanlı hanedanıyla birlikte İtalya’ya gidiyor. Kendisi de bir süre orada yaşıyor. Babasıyla ilgili bir sözü var:

“Hâlbuki atalarına duyduğu hıncı önce Cumhuriyet’e, sonra da bana yansıttı. Artık büyüdüğümü, Osmanlı gibi görünmem gerektiğini söyledi.” Günümüzdeki baba çocuk ilişkisini modern ve gelenek açısından değerlendirdiğinizde bu sözü nasıl yorumlarsınız?

Bu konu hakkında çalışma yürütmüş bir sosyolog gibi konuyu ele almam pek tabii mümkün değil. Kendimi, çocuklarımla ilişkimi ve etrafımda bana benzeyen babaların çocuklarıyla ilişkilerini göz önünde bulundurarak bir varsayımda bulunabilirim. Eskiden babaların çocuklarla ilgilenmesi gibi bir konu gündemde değildi. Eve para getirmesi tek başına yeterli bir meziyetti fakat modern çağ babalara yeni sorumluluklar getirdi. Ben bu sorumlulukları seviyorum. Bu sorumluluklar da aslında eşler arasındaki dengeyle ortaya çıktı. Yani baba – çocuk ilişkisi netice itibariyle eşler arasındaki tutumun bir yansıması. Evimizde bir cinsiyete ayrılmış bir iş tanımı yoktur. Evin işleri ev halkının sorumluluğundadır, kimin gücü yetiyorsa, kimin vakti varsa o işe o el atar. Dolayısıyla gelenekçi bir babadan çok uzak olduğum söylenebilir. Ama bu demek değildir ki tüm geleneklere sırtımı çevireyim. Kitap boyunca da altı çizilen budur aslında. Diğerini reddetmek değil, diğerini de kapsayan yeni bir fikir ortaya atmak bence doğru olan. Hayatın içinde siyah ve beyazların çok ama çok az olduğu, çoğunluğunun gri alanlardan oluştuğunu fark etmek bizim de çocuklarımızın da üzerinden büyük bir yük alacaktır. Tanımların içine hapsoldukça -ki kitaptaki baba karakterimiz de bir tanımın içinde kendini var ediyordu- tanıma uygun biçimde yaşama uğraşına girdikçe kendi kimliğimizden ve dolayısıyla ebeveyn çocuk ilişkisinden ödünler vermeye başlıyoruz. İster gelenekçi, isterse modern tüm hassasiyetlere haddinden fazla güven duyan bir ebeveyn olalım çocuklarımızın yeterliliklerini, güçlü yanlarını, güçsüz yanlarını, sevdiklerini, hoşlanmadıklarını göz ardı ederek, onları bir kalıbın içine yerleştirmeye çalıştığımızda kitabın ana karakteri olan Mehmet Aşçı’nın yaşadıklarını yaşaması pek muhtemel.

Romanınızın kahramanı Mehmet Aşçı İtalya’da kaldıktan bir süre sonra Türkiye ’ye dönüyor. Onu buraya çeken şey nedir? Babası ile ilişkisi mi, Türkiye’yi merakı mı? On altı yıl bilgi konusunda sınırları çizilmiş bir karakter Mehmet Aşçı. Bu on altı yıl boyunca ezberleriyle yaşayan bir evlat. Ezberlerinin yanlış olduğunu fark ettiğinde yeni bir dünya penceresi açılıyor kendisine. Tanımlarından arınma sürecine giriyor ve bu süreçte Türkiye’ye olan merakı perçinleniyor. Bununla birlikte bu soruya sadece merak demek de yetersiz kalır. Çünkü Mehmet Aşçı gri bir karakter. Hayatında siyah ve beyaza pek yer yok. Dolayısıyla sırf bir merak uğruna yola düşecek kadar hevesli değil bence. O yüzden her ikisi demek mümkün olsa da en isabetlisi sanırım yasak elmanın yenmesi yahut bilgi dolu sandığın açılmasıdır.

Mehmet Aşçı, sürekli atalarından bahsediyor. Türkiye’ye gelince de birçok hata yapıyor. Geçmişin gölgesinin altında kahramanımızın ezildiğini söyleyebilir miyiz?
İnsan doğası gereği sanırım yeniden korkuyor. Yenileşmek, bilmedikleri bir deryada cebelleşmek gibi geliyor. Tamamıyla haksız olduklarını da diyemem. Güçlü olmayı gerektiriyor, desteğe ihtiyaç duyduruyor. Halbuki geçmiş, tamamıyla aşina olduklarımızdan meydana geliyor. Cevabını bildiğimiz sorulardan sınava tabi oluyoruz. Bu nedenle bence Mehmet Aşçı’nın atalarına doğru sürekli dönüşü bir sığınak arayışından kaynaklanıyor. Geçmişinin başına gelenlerde payı çok olsa da asıl altında ezildiği yeninin gölgesi. Çünkü toplum olarak tamamıyla herhangi bir tanıma dahil olmaya ve bunu ispat etmeye odaklanmış durumdayız. İspatın en iyi formülü de diğer her şeyi reddetmek. Mehmet Aşçı’nın yenik düştüğü safha burasıdır. Kendisinin deyimiyle özetlersek; “Ben eskinin yenisiydim, onlar geçmişle bağı olmayan kimselerdi. Eski olamayacak kadar bilgisiz, yeni olamayacak kadar köksüz.”

Sevgilisi Leyla, kahramanımızı “Eskisin ve öyle kalmak için diretiyorsun. Seni yıpratıyorlar. Senin için üzülüyorum,” diye tanımlıyor. Bu tanımı XIX. yüzyıl için Osmanlı Devleti için söyleyebiliriz sanırım. Siz ne dersiniz, Mehmet Aşçı’yı Osmanlı Devleti gibi bir kaybeden olarak okuyabilir miyiz?

XIX. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin eski olduğunu söyleyebiliriz belki ama eski kalmak için direttiğini iddia etmek biraz ağır olur sanırım. Gri bir alan var o dönem için de.

Modernleşmek için birçok atılımlar olsa da çağının aydınlarının arzu ettiklerinin gerisinde kaldıklarını söylemek mümkün. Bununla birlikte Mehmet Aşçı’yı Osmanlı yahut Osmanlı Devleti gibi okumak doğru olur mu bilemedim. Kökeninin geldiği yer belli ama o, dönüştüğü kimliğiyle bence günümüz Türkiye’sinin siyasetçilerini daha çok andırıyor. Mehmet Aşçı’nın ayakları yere sağlam basan bir karakter, ete kemiğe bürünmüş bir şahsiyet olduğunu dile getirebilirim, ama birileri çıkıp “Bu karakter, siyasilerin karikatürize edilmiş hâlidir” dese, itiraz etmem.

Roman, Mehmet’in tuttuğu notlardan oluşuyor. Yazı yazmak ile bir derdi var. Fakat yazı ile ilişkisi çok çetrefilli. Tutkulu. Neden bu kadar ısrar ediyor yazmak için? Sadece iz bırakma derdi olmasa gerek...

Tutku, diyerek kibar davrandınız. Saplantılı bir karakter Mehmet Aşçı. Leyla’ya hissettikleri gibi. Kendisi aksini iddia etse de sahip olma hırsına yenik düşmüş bir karakter. Leyla’ya sahip olmak, bir ruhunu satana sahip olmak gibi yazmak ve yazıp bitirmek saplantısı. Bence; başarının, tatmin duymanın, hazzın peşinde. Babasıyla yıllarca uğraşıp bitiremediği şiiri gibi tamamlanması gereken bir iş, bir savaş alanı olarak yazmayı ele alıyor. Tüm bunların yanında; anlaşılmak, unutmak ve unutulmak gibi haklı sebepleri de var.

KANDIRILANLAR HAKİM OLANLARIN OYUNUNUN SEYİRCİSİ

Mehmet Aşçı’nın dinle ilişkisi de çok pragmatik. Kendisi aynı zamanda belediye başkan adayı. Günümüz siyaset din ilişkisindeki albeniyi çok güzel ifade etmişsiniz. Siz din ve siyaset ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

Mehmet Aşçı’nın siyasi arenada yalnız olmadığını düşünüyorum ama hazır bu kadar Osmanlı döneminden bahsetmişken, o dönemden bir örnekle açıklayayım. Kadıların, padişaha karşı olacağını bilse de hükmünden sakınmadığı hep dile getirilir ama bir de şuradan konuya bakalım. IV. Murad tarafından boğularak katledilen Ahizade Hüseyin Efendi’den bahsedelim. IV. Murad, İznik’e doğru sefer ederken, karların temizlenmediğini görmesiyle, soruşturmaya vesaire gerek duymadan İznik kadısını astırır. Ahizade Hüseyin Efendi ise o dönem şeyhülislamdır. Buna itiraz eder, uygulamanın yanlış olduğunu dile getirir. Sen misin karşı çıkan? IV. Murad, hakkında sürgün emri verir. Oğluyla beraber yola çıkan Ahizade Hüseyin Efendi’ye hıncı geçmediğinden yarı yolda emrini değiştirir, şeyhülislamını boğdurur. Neden? Siyasi erke itiraz ettiği için. Allah korkusu, siyasi erk korkusundan fazla olduğu için. Siz olsanız, Ahizade Hüseyin Efendi’den sonra göreve geçseniz, olmayacak fetvaya olur verir misiniz, vermez misiniz? Allah beni affeder de, bu siyasi erk beni katleder demez misiniz? Dediğiniz ân din, siyasete hapsolmuştur. Şimdi, günümüze gelecek olursak. Diyanetteki en makamlı kişiye desek ki; efendi, siyasi mitinglerde Kuran-ı Kerim sallayarak oy istemek, bir Müslümana herkesin gözü önünde kafirlik isnat etmek, göz göre göre yalan söylemek caiz midir… Ne cevap verir dersiniz? Yani Sedat Bey, ne zaman ki din âlimleri Allah kelamı diye erkin niyetini okudu, o gün din, siyasilerin tahakkümü altına girdi. İlişkilerin karşılıklı olması gerekir. Oysaki biz, yani kandırılanlar olarak, oyuncağı hâline getirdiği mahkumunu istediği gibi şekillendiren hakimlerin oyunlarını izliyoruz.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN