Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf’un yeni eseri ‘Labirent, Batı ve Hasımları’ kitabı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Maalouf, kitabında üç büyük devletin ( Japonya, Çin, Rusya) modernleşme sürecini tartışıyor, son kısmında ise ABD’deki gelişmeleri ve onun son yüzyıldaki dünyaya etkisini anlatıyor. Kitabı okurken, kronolojik olarak Osmanlı Devleti’ni ve Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki gelişmeleri de düşünecek olan okur, bugün neden bu halde olduğumuzu çok daha iyi anlayacak...
SEDAT PALUT
Batı Avrupa’nın sanayileşme süreci modernleşmenin kapısını açmıştır. XVI. yüzyıldan sonra coğrafi keşifleri gerçekleştirip, sermayenin birikmesine olanak oluşturan Batı, bu sermayenin önderliğinde sanatsal ivmeyi ateşleyen, renklendiren Rönesans’la; ardından Reform’la modernleşmenin kapısını ardına kadar aralamıştır. Batı’nın kendi modernleşmesine giden yolun birikimli ve basamak basamak yukarıya doğru ivmelenerek büyüdüğünü söyleyebiliriz. Batı kendi sürecini tamamladıktan sonra hayatımıza modernleşme tanımını da koydu. İnsan haklarının, demokrasinin, eğitimin, sanatın, askerin, bireyin, devlet işleyişinin nasıl olması gerektiğini, modern bir dünyada devletin ve bireylerin görevlerini belirtti. Batı’daki bu gelişmeler dünyanın geri kalan çoğu devletler tarafından, özellikle XVIII. yüzyıldan sonra ilgiyle takip edildi. Birçok devlet, Batı’nın modernleşme sürecini kopya edip kendi ülkelerinde de uygulamaya çalıştı. Osmanlı Devleti de bunlardan birisiydi. Osmanlı’nın XVIII. yüzyılda başladığı modernleşme süreci Dünya savaşı ile sekteye uğradı, XX. yüzyılda genç cumhuriyet bunu devam ettirmeye çalıştı, fakat bu modernleşme çabasının eksik ve yetersiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları arasından bir kitap yayımlandı: Labirent, Batı ve Hasımları. Yazarı hepimizin daha çok romanları ile yakından tanıdığı Amin Maalouf. Maalouf, kitabında üç büyük devletin ( Japonya, Çin, Rusya) modernleşme sürecini tartışmış, kitabın son kısmında ise bizlere ABD’deki gelişmeleri ve onun son yüzyıldaki dünyaya etkisini anlatmış.
‘1905 SAVAŞI DOĞU’NUN BATI’YA KARŞI MÜCADELE GÜCÜNÜ ATEŞLEDİ’
Maalouf’un kitapta Japonya’yı anlatırken üzerinden ısrarla durduğu olay ise 1905 savaşı. Özgüvenli Rusya ile askeri modernleşmesini yeni tamamlamış Japonya arasındaki bu savaş Uzakdoğu devleti lehine sonuçlandı. Yazar, bu savaşın, Doğu devletlerinin, bir nevi sömürge devletlerinin Batılı devletlere karşı mücadele gücünü ateşlediğini ifade ediyor: Batı da yenilebilirmiş! “Onların gözünde şu dünyada başlarını yeniden dik tutmalarına, çiğnenmiş haysiyetlerine kavuşmalarına ve İngiliz ya da Hollandalı sömürgecilerinden intikam almalarına yardım edebilecek tek yöneticinin İmparator Meiji olduğuna dair kuşku yoktu. Ama İslam’ın selametinin bizzat Müslüman olmayan bir liderden geleceğini nasıl umabilirlerdi?” (S.38). Ama bu beklentinin çok uzun sürmediğini tarih bize gösterdi. Savaş sonrasındaki Orta Asya’daki siyasi ve ekonomik gelişmeler, İslam dünyasının parçalanmışlığı bu sorunun anlamını ortadan kaldırdı. Maalouf’un satırlarında şu ayrıntı da önemli. Japonya tıpkı Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki asker vasıtasıyla değişiyor. Ama Japonya 2. Dünya Savaşı ile askerini, siyasi hayattan tamamen silmeyi başarmış. Türkiye’nin bu yüzyılda asker ve siyaset ilişkilerinin ne kadar sancılı olduğunu, ülkemizi ne kadar geriye götürdüğü hepimizin malumu. Ayrıca Maaouf’un satırları bana şu soruyu sordurdu: Osmanlı’nın son döneminde Batı’ya gönderilen gençler neden Batılılaşıp dönerken, Japonların gönderdiği gençler ülkelerine bağlı modern bir Japon olarak geri döndüler? İki toplumun gençleri arasında neden bu kadar derin bir fark var? Bu zihniyet farkı günümüzde de neden hala geçerli?
‘ÜÇ ÜLKENİN MEYDAN OKUMASININ ORTAK NOKTASI ABD’
Yazarın ABD ile ilgili kısmı ise şu cümlelerle başlıyor: “XX. yüzyılın başından beri Batı’nın üstünlüğüne karşı gösterilen belli başlı üç meydan okumanın ortak noktası, hepsinin aynı ülkeye, ABD’ye yönelik olmasıydı. Japonya’yı askeri olarak yendiler, Sovyetler Birliği ile girdikleri soğuk savaşı kazandılar ve şimdi de Çin’in yükselişinin karşısında en ön safta yine onlar yer alıyor.” (S. 209). Modernleşmenin temelini atan Batı Avrupa’nın günümüzde bir kimlik arayışı içinde olduğu, gerilediği aşikar. Avrupa devletleri, Avrupa Birliği kuruluş ilkelerinden oldukça uzaktalar. Bunu etkileyen sosyo-ekonomik, siyasi çok farklı gelişmeler var: Göçmen krizi, liderlik sorunu, ekonomik büyüme istikrarsızlığı, pandeminin etkisi… Fakat günümüz ABD’sinin böyle bir kimlik arayışı içinde olduğunu söylemek zor. Bunu belki yakın gelecekte yaşayacaktır.
Yazarın kitabın giriş kısmında yazdığı şu satırlar oldukça önemli: “Evet, gerileme bir vakıa ve zaman zaman tam bir siyasi ve ahlaki iflas görüntüsüne bürünüyor ama iyi veya kötü gerekçelerle Batı ile savaşan ve onun üstünlüğüne karşı çıkan herkes daha da ağır bir iflas yaşıyor.” (S.10).
Evet, dünya birçok alanda geriye doğru gidiyor ama Avrupa ve ABD, sistemleşmiş ve kurumsal yapılarıyla yavaşça gerilerken, henüz bu kurumsal yapıda hareket edemeyen Orta Doğu, Afrika ve Orta Asya devletlerinden bazıları daha da hızlı geriliyor.
Amin MaaLouf’un Labirent kitabı okuyucuya sorular sorduran önemli bir deneme kitabı. Satırları okurken, kronolojik olarak Osmanlı Devleti’ni ve Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki gelişmeleri düşünen okur, bugün neden bu halde olduğumuzu çok daha iyi anlayacaktır.
ÇİN, JAPONYA VE RUSYA’DAKİ DEĞİŞİM OKURA CUMHURİYETİN İLK YILLARINI HATIRLATACAK
Yazar kitabında, Çin’deki modernleşmenin ise Japonya’dakinden oldukça farklı olduğunu belirtiyor. Çin modernleşmesinde halk, Japonya kadar değişime açık değil. Toplumun değişime açık olmaması, devletin jakobenik yaklaşımı Çin’in modernleşme sürecini sekteye uğratmış. Çin’in zaman içinde İngiltere ile yaptığı Afyon Savaşları, içerideki komünizm mücadelesi de yeni devletin inşasını baltalamış yazara göre. Maalouf’un kitabında çok eskilere gitmemesine rağmen Rusya’nın Çar Petro dönemindeki değişim hamlelerinde toplumun sürece dahil edilmesinin devleti her alanda ne kadar yukarı taşıdığını görüyoruz. Bu, bize Osmanlı’nın son dönemini ve Cumhuriyetin ilk yıllarını hatırlatıyor. Her iki dönemde de yapılan değişim çabasında toplumun bu değişime sosyo-kültürel olarak hazır olmaması, yukarıdan aşağı değiştirilme çabasına toplumun direndiğini görüyoruz. Böylece devletin dünya entegrasyonunda yer almasına rağmen, halkın daha geride kaldığını görüyoruz.