Salgının dünya siyasetine yansımasını değerlendiren CHP Genel Başkan Yardımcısı ve siyaset bilimci Doç. Dr. Yunus Emre “Daha içine kapalı, ekonomik açıdan daha bağımsız ulus devletlerin ulusüstü kurumlardan daha önde olacağı bir küresel sisteme geçişi hızlandıracak” diyor.
Küresel salgın uluslararası ilişkilerin işleyiş biçimi ve küresel sistemdeki güç dengeleri bakımından önemli değişimler yaratacak gibi görünüyor. Birçok ülke içeride uyguladığı yoğun önlemlerle birlikte sınırlarını dışarıya tamamen kapattı. Küresel insan hareketliliği durdu, küresel tedarik zinciri kırıldı. Tek bir dünya ekonomisi bir kavram olarak sorgulanır hale geldi. Küresel salgınla mücadeleyi, ulusüstü ya da uluslararası kuruluşlardan ziyade ulusdevletlerin izlediği politikalar yönlendiriyor. Küresel işbirliği mümkün görünmüyor ancak uluslararası rekabet ve işbirliği kavramları sıklıkla gündeme geliyor. Küresel kavramının yerini ağırlıklı olarak ulusal ve uluslararası alıyor. Peki, salgın süreci uluslararası ilişkilerde ne tür bir etki bırakabilir? Küreselleşme süreci bundan nasıl etkilenir?
***
Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşme süreci genel olarak iki alt döneme ayrılabilir. 2000’lere kadar yaşanan küreselleşmenin birinci evresinde bu kavram; ticaretin ve finansın serbestleşmesi, küresel tedarik zincirleri oluşturma, dijital iletişim olanaklarının yaygınlaşması ve küresel hareketlilik gibi unsurlarla birlikte anılıyordu. Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle ABD’nin başını çektiği bu sistemde Sovyetler’in yıkılması ile birlikte tüm dünyanın siyasi, kültürel ve ekonomik anlamlarda bir bütünleşmeye ve aynılaşmaya doğru gittiği varsayılıyordu. Özellikle Avrupa Birliği’nin ulusüstü yapısı, AB içindeki ulusdevletlerin sınırlarını anlamsız hale getiriyordu. AB dışındaki ülkelerin de uluslararası örgütler yoluyla birbirleri ile kuracakları bağların uzun vadede bu küresel bütünleşmeyi pekiştireceği düşünülüyor, her geçen gün daha kozmopolit bir dünyaya doğru ilerlediğimiz argümanı kendisine çok fazla alıcı buluyordu.
***
11 Eylül 2001 saldırısının yarattığı kültürel çatışma ortamı ve 2008 ekonomik kriziyle birlikte küresel neoliberal sistemin aslında o kadar da sağlam temellere sahip olmadığı anlaşıldı. Küreselleşmenin ikinci alt döneminin yolu böyle açıldı: Artık küreselleşme, farklı güç bloklarının askeri rekabeti ve oluşturdukları ayrı tedarik zincirleri, milliyetçi rejimlerin yükselmesi, popülizmin her ülkede kendine alıcı bulmasıyla anılır olmaya başlamıştı. Dünyanın birçok yerinde aşırı sağ hareketlerin yükselmesinden Brexit süreci ile Avrupa Birliği projesinin temellerinin sarsılmasına kadar tüm bu olaylar ikinci küreselleşme sürecinin yansımalarını bize gösterdi.
İşte küresel salgın, tam da bu ikinci tür küreselleşmenin hızlanmaya başladığı dönemde ortaya çıktı. Aslında bu salgın, dijital mecraların ve ulaşım araçlarının küreselleşmeyi yeni bir aşamaya taşımasından sonra yaşadığımız ilk salgın. Dolayısıyla ilk kez bu kadar küçülmüş bir dünyada yaşadığımız bu salgına devletler de ne şekilde tepki vereceklerini ancak süreç içinde deneme yanılma yöntemiyle öğrenmeye çalışıyorlar. Sürecin uluslararası ilişkiler bakımından nereye evrileceğine dair elimizdeki en önemli laboratuvarlardan biri Avrupa Birliği. Birlik açısından işler zaten yolunda gitmezken, ulusal hükümetler olağanüstü durumda ulusüstü bir yapı olan AB’nin krize karşı mücadelede herhangi bir işlevi olmadığını fark ettiler. Her ülke, kendi olanakları ve kendi politikaları temelinde mücadeleye girişti. Sonuçta karşımızda Almanya gibi iyi örneklerin yanında İtalya, İspanya ve Fransa gibi başarısız örnekler de bulunuyor. Daha da önemlisi, ülkelerin AB’nin işlevine olan inancı sarsıldıkça, Birlik’in geleceği de pek parlak görünmüyor.
Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağı olan AB’de yaşanan bu gelişmeler bizim açımızdan da büyük önem taşıyor. Özellikle Birlik’in temellerinin sarsılması senaryolarının değerlendirmek ve bu durumda ortaya çıkacak boşluğun hangi ülkelerle ve nasıl kapatılabileceği üzerine düşünmek şart. Birlik’in dip- lomasi alanında kapasitesinin düşeceği varsayımından yola çıkarsak, Birlik ülkelerinin teker teker hü- kümetleriyle ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemizin ve gerektiğinde sağlamlaştırmak için çaba harcamamızın elzem olduğu da ortaya çıkıyor.
***
Uluslararası ilişkiler yazınının kilit kavramlarından biri güvenlik. Güvenlik kavramı uzun süre, ülkelerin ulusal düzeyde askeri açıdan kendilerini yakın tehdit altında görmemesi anlamında kullanıldı. 21. yüzyılda yaşadığımız dijital devrim ve yeni göç dalgaları güvenlik kavramının da doğasının değişmesine sebep oldu. Askeri güvenliğe ek olarak, ülkeler ekonomik işleyişi durdurabilecek hacker saldırılarından, seçimlerin işleyişini bozabilecek dış kaynaklı dijital müdahalelere kadar birçok tehlikeye karşı önlem almak zorunda kaldı. Dünyadaki birçok bölgeden savaş ya da yoksulluk nedeniyle göç etmek zorunda kalan insanların yarattığı göç dalgası, gelişmiş ülkelerde bir krize dönüştü ve güvenlik anlayışını değiştiren bir diğer unsur olarak öne çıktı. Göç dalgalarından en az şekilde etkilenmeye çabalayan ülkeler, ulusdevlet sınırlarını daha belirgin hâle getirdiler. AB’de Schengen Bölgesi’nde serbest dola- şıma karşı seslerin yükselmeye başlaması ve Donald Trump’ın Meksika sınırına duvar örme söylemleri bu çabaların bir parçası. Salgınla birlikte, askeri güvenlik anlayışından çok boyutlu insan güvenliği anlayışına geçilmesi için mücadele etmek gerekiyor. Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerde başlayacak bir salgına gözlerini kapayamacağını acı bir tecrübeyle görmüş olduk. Böylesi bir salgının gelişmiş ülkeleri de felç etme potansiyeli taşıdığı çok açık. Bireysel sağlığın yanında ve hatta önünde kamusal sağlık meselesinin yeniden gündeme geleceği ve insan sağlığının belki de küresel ayağı olan büyük bir yapılanmayla korunmasının tartışılacağı bir geleceğe doğru adım atıyoruz.
***
Salgın sürecinin, ABD ile Çin arasında zaten yükselmekte olan rekabeti daha da körükleyeceği birçok uzman tarafından gündeme getiriliyor. Bu süreçte ABD Başkanı Donald Trump’ın koronavirüsten “Çin virüsü” diye bahsetmesi ve Çin devletini suçlaması, Çinli yetkililerin sert tepkilerine neden oldu. Dünyanın birçok yerinde Uzakdoğulu nefreti yükseldi. Bu Uzakdoğulu nefreti, popülist siyasetçilerin elinde topyekûn bir yabancı düşmanlığına dönüşme riski taşıyor. Ayrıca küresel salgın çoğu ülkede “Bizim bizden başka dostumuz yok” hissini güçlendirdi. Özellikle salgından hızlı ve ağır bir şekilde etkilenen İtalya ve İspanya, Avrupa devletlerinden umduğu desteği sağlayamadı. Ulus-devlet olarak kendi kendine yetebilme fikri, bir ideal olarak salgınla birlikte yükselişe geçecek gibi görünüyor.
Küresel ekonomik sistemin gerileyeceğini savunan ekonomistlerin işaret ettiği küresel tedarik zincirinin koronavirüs süreci sonrasında zayıflaması, hatta kırılması ihtimali; çok uluslu ve ulusüstü siyasal yapıların gerilemesine yol açabilir. Şu anda birçok devlet, virüse karşı aldığı önlemler kapsamında dış ticaretini tamamen durdurma noktasına geldi. Bu durumla birlikte ulus-devlet olarak kendi kendine yetebilme fikri; ithalat ve ihracatın küresel çapta gerilemesine ve ulus-devletlerin çok daha küçük tedarik zincirleri kurmalarına sebep olabilir. Bu da yerli üretimi öne çıkartıp küresel ekonomik sistem anlayışını arka plana itebilir.
***
İşte tüm bu siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel eğilimler; uluslararası ilişkilerin yürütülme biçiminin de değişeceğine işaret ediyor. Daha içine kapalı, daha az kozmopolit, ekonomik anlamda daha çok kendine yetebilen ulus-devletler, uluslararası ilişkilerde otonom birer aktör olarak karşımıza uluslararası ya da ulusüstü örgütlerden daha fazla çıkacak gibi görünüyor. Brexit’in ertesinde AB üyesi diğer bazı ülkeler de Birlik’ten çıkmanın hesaplarını yaparken Avrupa Birliği’nin temelleri çatırdıyor. İşte bu noktada; ulus-devletlerin yanaşabilecekleri küresel güç bloklarının salgın sürecinde değişip değişmeyeceği meselesi de önem kazanıyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte iki kutuplu küresel güç sisteminden tek büyük güç odağının ABD olduğu tek kutuplu sisteme geçmiştik. Ancak 2000’li yıllara geldiğimizde Çin ve uluslararası ilişkilerin yükselen güçleri askeri olmasa da en azından ekonomik alanda ABD ile rekabet edebilir hâle gelmeye başlamışlardı. Koronavirüs süreci öncesinde Çin’in başı çektiği bu ülkelerin uzun vadede küresel güç dengesinin ABD karşısındaki diğer kutbu olabileceğinden bahis olunuyordu. Salgın süreci ile birlikte güç dengesinin değişmeyeceğini düşünen uzmanlar olsa da Çin ve oluşturması muhtemel bloğun orta vadede küresel güç sisteminde etkili bir aktör olması ihtimali çok güçlü görünüyor. Unutmamak gerekir ki Avrupa Birliği herhangi bir inisiyatif alamadığı gibi Almanya dışında Avrupa’da ülkelerin bu süreci başarılı bir şekilde yürüttüğünü söyleyebilmek mümkün değil. Bu başarısızlık da Batı’nın uzun zamandır parlattığı “Batılı” markasını zedeleyecek bir etki yaratabilir. Ayrıca Avrupa’da Kuzey ve Güney ülkeleri arasında var olan fay hattını hareket geçtiğini not etmek gerekiyor. Salgından daha fazla etkilenen İtalya ve İspanya gibi Güney ülkelerinde güçlü ve cömert bir yardım beklentisi gerçekleşmediği için Avrupa Birliği fikrini sorgularken Kuzey ülkeleri diğer ülkelerin yükünü paylaşmak istemiyor.
Bu kırılgan ortamda; Türkiye’nin dış politikada karşı karşıya bulunduğu krizleri ortadan kaldırması ya da en azından sayılarını azaltması gerekiyor. Ayrıca Türkiye’nin egemen bir ulus-devlet olarak düşüşte olan ulusüstü ve uluslararası yapılarla ilişkilerini ikame edecek alternatifler arayışına girmesi, nihaye- tinde bölge ülkeleriyle ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerini ilerleterek bölgesel işbirliğine öncü olması akılcı bir yol olarak görünüyor. Son olarak iç politikada destek sağlamak için dış politikayı hamaset yüklü söylemlerle araçsallaştırmak yerine ehliyet ve liyakat ölçüleri dahilinde kurumsal bir işleyişi devreye sokmak gerekliliği ortada. Çünkü virüs hem sınırları tanımıyor hem de popülist politikacıların yalanlarından etkilenmiyor.
***
Sonuç olarak, salgın süreci daha içine kapalı, ekonomik açıdan daha bağımsız ulus devletlerin ulusüstü ya da uluslararası kurumlardan daha önde olacağı bir küresel sisteme geçişi hızlandıracak gibi görünüyor. Tabii bu genel eğilimlerin kaderci bir bakışa yol açmaması gerektiğini ve tarihin zorunlu bir akışı olmadığını da notlarımıza düşelim. Ortaya çıkacak sonucu siyasal mücadeleler belirleyecek. Siyasetin çok daha önemli olacağı bir dönem başlıyor.