Görüşler

Halil Turhanlı yazdı: Derrida’nın idam cezası seminerleri

Halil Turhanlı yazdı: Derrida’nın idam cezası seminerleri

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, idam cezası olgusunun Avrupa literatüründeki yerini mercek altına alıyor.

HALİL TURHANLI

Türkiye önce 15 Ocak 2003 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) ek olarak hazırlanan ve savaş halleri dışında ölüm cezasının kaldırılmasını öngören 6 numaralı protokolü imzalamış, aynı yıl bu protokolü onaylamış ve yürürlüğe koymuştu. Üç yıl sonra, 2006’da bir adım daha atmış, ölüm cezasını savaş ve yakın savaş tehdidi de dâhil her koşulda kaldıran 13 numaralı protokolü hiçbir çekince ileri sürmeden onaylamış ve yürürlüğe koymuştu. Bu protokollerin imzalanması ve idam cezasının kaldırılması son derece olumlu adımlardı.

Ancak bir süredir, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra idam cezasının yeniden kabul edilmesi, hukuk düzenine yeniden dâhil edilmesi gündeme geldi. Bu konuda halktan talep geldiği çok sık dillendiriliyor. Başbakan Binali Yıldırım, Türkiye’de demokrasinin yürürlükte olduğunu ve demokrasilerde halkın taleplerinin dikkate alındığını belirtti. Cumhurbaşkanı da idam cezasını geri getiren yasa önüne gelirse imzalayacağını söyledi. Oysa idam cezasının kaldırılması AB’ye üye olabilmenin önkoşulu. İdam cezasını uygulayan bir devletin AB üyeliği mümkün değil. Cumhurbaşkanı idam cezasının geri getirecek yasaya onaylayacağını belirtirken, beri yandan “Türkiye’nin Avrupa vizyonu”ndan vazgeçmediğinin altını çiziyor.Bu konuda en aceleci MHP lideri Devlet Bahçeli, idam cezasının “bir an önce gündeme getirilmesi” için sık sık çağrıda bulunuyor.

İdam cezasının geri getirilmesi 15 Temmuz darbecileri için isteniyor ama yasanın geçmişe dönük (makabline şamil) uygulanması mümkün değil. Sadece 15 Temmuz darbecileri değil; Reina katliamcısı, Ankara’da Gar yakınlarındaki katliamı yapanlar da yasanın dışında kalacaklar. Bunu herkesten iyi idamı geri getirmek isteyenler biliyor. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım, “geriye doğru yürümeyeceğinin bilinmesi gerekir” diyor.

Türkiye, AB ile ciddi sorunlar yaşıyor. İdam cezasının gündeme getirilmesi, konuşulması dahi bu sorunları büyütmeye yetiyor. Cezanın yeniden hukuk düzenimize dâhil edilmesi halinde ilişkiler kopma noktasına gelecek.

İDAMIN AVRUPA’DAKİ YERİ

Bugün Avrupa hukukunda idam cezasına yer yok. İdam cezasının kaldırılmış olması AB üyeliğinin ön koşulu. Ancak şu da var: Bu sonuca kolay ulaşılmadı, Avrupa’da idam cezasını oldukça geç bir tarihte ilga etti. Cezaevlerinin avlularındaki idam sehpaları ancak yirminci yüzyılın son otuz yılı içinde kaldırıldı. Fransa’da ölüm cezasının kaldırılması için 1981 yılının, yani geçen yüzyılın son çeyreğinin beklenmiş olması Fransızların giyotini sevdiklerini, onu terk etmeye gönüllü olmadıklarını gösteriyor. Avrupa’nın radikal sağcı politikacıları çok sık olmasa da zaman zaman idam cezasını geri getirmekten söz ediyorlar, bu popülist söylem hitap ettikleri yığınlarda olumlu karşılık buluyor. Belki de asıl önemlisi Avrupa’nın düşünce dünyasında uzun süre idam cezasının bir gereklilik olarak savunulmuş olması. Bu açıdan bakıldığında, Batı felsefe geleneğinde hiçbir filozofun sistematik biçimde ölüm cezasına karşı çıkmadığını, tam aksine önde gelen birçok düşünür ölüm cezasını savunduğunu ileri süren Jacques Derrida haklı.

Derrida’nın geç dönem düşüncesinde idam cezasına önemli bir yer tutar. 1996 yılında Başkan Clinton’a ölüm cezasına hüküm giymiş Mumia Abu-Jamal’ın yeniden yargılanması için girişimde bulunmasını talep eden açık mektubu kaleme alanlar arasındaydı. 1999- 2001 yılları arasında idam cezası konusunda Paris’te ve Birleşik Devletler’de verdiği seminerler iki ciltte toplandı. Seminerlerinde adalet ve koşulsuz bağışlama, “bağışlanamaz olanın bağışlanması“ , hukukun sınırları, hukukun adalette ile çoğu kez örtüşmezliği,  ölüm cezasının ilgası için evrensel bir ilkenin nasıl bulunabileceği konularının üstünde de durdu. Derrida seminerlerinde idam cezasının egemenlik kavramıyla bağlantısını vurguluyor. İdam cezasına karşı çıkmak, bunun kaldırılmasını talep etmek öncelikle devletin egemenlik hakkını sorgulamayı, yapısöküme uğratmayı gerektiriyor. İlk bakışta Max Weber’in formüle ettiği modern devletin şiddet tekelini, meşru şiddet kullanma yetkisini hedeflediği izlenimi ediniyoruz. Oysa Derrida’nın hedefinde egemenliği siyasi ilahiyat temelinde açıklayan Carl Schmitt var.

Liberal demokrasiye, parlamento başta olmak üzere liberal demokrasinin kurumlarına, devlet ve toplum ayrımına karşı çıkan Carl Schmitt, yirminci yüzyıl Alman siyaset felsefesinde aşkın bir devlet anlayışının en ateşli savunucusu olmuştu. Devlet gücünün yoğunlaşmasına, egemenliğin tek kişinin elinde bulunmasına karşı çıkan liberal eğilimin bütün tezlerini teolojik kavramlarla çürütmeye çalışmıştı. Schmitt devleti, “tözsel siyasal birlik“ olarak tanımlar. (C.Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. E.Göztepe, Metis Yayınları, 2006, s. 64 ) Birleştirici bir güç olması gereken modern devlet teolojik kavramlarla açıklanabilir. Egemenlik de teolojik bir temele sahiptir. Politik egemenlik hayat ve ölüm hakkında karar verme, hayata müdahale etme hakkını da içerir.

Derrida , “Eğer bir gün ölüm cezasının ilga edildiğini görecek olursak o gün tıpkı ölüm gibi beklenmedik biçimde gelecek,  ölüm cezası gibi değil”  diyor. Böylelikle ölüm ve ölüm cezası arasındaki çok önemli bir farkın altını çiziyor. Ölümlü olduğumuzu biliriz ama ölüm zamanımız, ölüm anımız  ve hepsinden önemlisi  nasıl öleceğimiz  hakkında  hiçbir  fikrimiz, hiçbir  bilgimiz yoktur. Ne ölüm döşeğindeki hasta ne de başucunda bekleyenler onun ölüm zamanını bilemezler. Bildikleri sadece ölümün yakın olduğudur. Ama idam cezası söz konusu olduğunda öyle değildir. Mahkûm, cezaevi yetkilileri infaz konusunda fikir sahibidirler. Mahkûm tecrit edilir ve hücresinde infazı bekler. İnfaz prosedürü adım adım işler. İdam cezası verilmesi hayata müdahale eden, hayatı sonlandıran bir egemenlik işlemi. Egemene bir insanın ömrünü, hayatının sonunu, ölüm zamanını belirleme, “sonluluğa son verme” hakkı veriyor. Egemen hayata vade tayin ediyor, mahkûmun canını teslim için son gün (deadline) belirliyor. Ancak bu kesinlik, ölüm zamanın belirlenmesi, hücrede ölüm zamanının bekletilmesi, cezanın infazı kadar büyük bir zalimliktir.

KARŞI ÇIKAN YOK

Derrida’nın seminerlerinde ileri sürdüğü radikal ve çarpıcı bir tez onun Batı hümanizmi konusundaki kuşkularını ortaya koyuyor. Yukarıda da belirttim, Derrida Batı felsefesinde hiçbir filozofun doğrudan ve sistematik olarak ölüm cezasına karşı çıkmadığını, bazılarının bunu açıkça savunduklarını belirtiyor. İdam cezasını açıkça savunan felsefi açıdan haklılaştırmaya çalışan düşünürlerin başına Alman Aydınlanmacılığının sözcüsü, uluslar arasında daimi barış düşüncesini geliştiren Kant geliyor. Ceza hukukunda idam cezasını savunanlar bunu genelde kısas (lex talionis) nosyonuyla haklılaştırmaya çalışmışlardır. Kant’ın düşüncelerine de bir bakıma bu nosyonun egemen olduğu ileri sürülebilinir. Ancak onun argümanı kısas gerekçeli yaygın görüşlere kıyasla oldukça karmaşıktır. Kant’a göre katil ölmelidir, çünkü ölümün yerine konulabilecek bir şey yoktur. Dolayısıyla öldürme fiilinin karşılığı olarak kabul edilebilir tek müeyyide idam cezasıdır. Kant cezanın suçluyu ıslah edici bir araç olamayacağını belirtir. Bu noktada ahlaki buyruk (kategorik emperatif) kavramını devreye sokar ve idam cezasını aynı zamanda bu kavramla gerekçelendirir. Birini öldürenin idam edilmesi ahlaki bir buyruktur Ahlaki buyruklar şarta bağlı olmaz, araç olarak kullanılamazlar. Ahlak araçsallaşmaz. Kant ölüm cezasını bu mantıkla haklılaştırır.

Derrida’nın edebiyatta idam cezası karşıtlığı konusundaki tezleri de ilk bakışta çok olumlu değil : “Avrupa’da edebiyat adı verilen kurumun kısa, tam ve modern tarihi son üç ya da dört yüzyıldır idam cezası konusundaki tartışmalarla çağdaş ve bunlardan ayrılmazdır”. Gerçekten, pek çok yazar idam cezası etrafındaki tartışmaya müdahil olmuştur. Bunlar arasında doğrudan ya da dolaylı idam cezasını savunanların sayısı hiç de az değildir. Ancak yine de muhalefet edenlerin oluşturduğu bir gelenek mevcuttur. Bir başka ifadeyle, felsefeden farklı olarak edebiyat dünyasında idam cezasına ilkeli olarak muhalefet eden, kararlılıkla bu cezanın ilgasını savunan yazarların varlığından, bunların oluşturduğu bir gelenekten söz etmek mümkün. Dahası bu geleneğin  (Hugo- Camus geleneği) oluşmasına katkıda bulunan yazarlar dili etkili biçimde kullanma konusundaki yetenekleri sayesinde muhalif düşüncelerini kamuoyunu etkileyici biçimde duyurdular. (Derrida’nın bu görüşü Richard Rorty’nın edebiyatın başkalarının acılarını duyurmada felsefeden daha etkili olduğu savını çağrıştırıyor).

Edebiyatçıların oluşturduğu idam karşıtı gelenek içinde Hugo’nun çok özel bir yeri var. Bir bakıma o, bu geleneğin kurucusu. Hugo’nun itirazının temelinde “insan hayatının ihlal edilemezliği ilkesi” yer alıyor. Derrida bu ilkenin kendisinin de ihlal edilemez olduğunu belirtiyor ve onu “ ilkelerin ilkesi” olarak niteliyor. (Derrida, The Death Penalty, vol 1, University of Chicago Press, s. 127). Gelgelelim, idam cezasına yer veren yasalar Hugo’nun sözünü ettiği bu “ilkeler ilkesi”ni tanımıyorlar. Şu halde, Hugo yürürlükteki yasalar karşısında onlardan daha yüksek bir yasaya dayanıyordu. Yasaların üstünde olan bir yasa adına, adalet adına Fransa’nın yürürlükteki hukuk düzenini eleştiriyordu. Bunu yaparken adalet nosyonuna ilahi bir güç atfediyordu. Bu durumda onun açısından adalet talep etmek dinsel bir misyondu. İdam cezasının kötülüğünü anlatmayı bir misyon olarak benimsemişti. Derrida, Hugo’nun idam cezasına Hristiyanca karşı çıktığını, Evanjelik bir tutumla hareket ettiğini belirtiyor.

Derrida pek çok kez yaptığı gibi yine dolambaçlı bir yol izleyerek Hugo’nun idam cezasının kaldırılması talebiyle esasen 1789 Devrimi’ni yeniden değerlendirdiğini belirtiyor. 1848 isyanları bütün Avrupa’da bir sarsıntı yaratmış ancak bunlar bastırılmıştı. Ardından birçok isyancı için idam cezaları verilmişti. Hugo idam cezasının ilgasını savunan önemli yazılarını bu dönemde ve bu politik iklimde kaleme aldı. Derrida onun geriye dönerek 1789 Devrimi’ne eleştirel bir bakış yönelttiğini ileri sürmede haksız değil. Derrida’nın da belirttiği gibi Hugo devrimin sembolü haline gelen giyotini reddediyor, “devrim içinde devrim”i savunuyordu.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir