AK Parti MKYK Üyesi Orhan Miroğlu, KARAR’ın sorularını yanıtladı. Türkiye siyasetinde son günlerde konuşulan “Yeni çözüm süreci” gündemine önemli açıklamalarda bulunan Miroğlu, Öcalan’ın, Türkiye'nin toplumsal barışına katkı sağlamak amacıyla siyasi bir adım atmasının, Demirtaş, Kavala gibi isimlerin içeride kalmasını gereksiz kılacağını belirtti.
“BAHÇELİ'NİN KONUŞMALARI MİLLİ BİR MANİFESTO"
-Bahçeli’nin 22 Ekim’deki Öcalan’ı meclise davet ettiği ve sonrasındaki her iki grup toplantısında da istikametini devam ettirdiğini gördük. Son konuşması yani dünkü grup toplantısını dinlediğinizde ne düşündünüz?
Dinler dinlemez ilk tepkim şu oldu: Dedim ki, bu bir milli manifesto. Bu milli manifestoyla. Türkiye'nin ülkücü hareketinin bugünkü paradigması belirli bir konuma oturuyor.
Peki, nedir bu ülkü? Türkiye'nin şiddetten ve terörden arınmış bir ülke olması. Siyasi, ekonomik ve kültürel enerjisini şiddet ve terörün gölgesinde harcamayan; bundan sonra da harcamaması gereken bir ülke olmaması gerektiğine dair kuvvetli bir öngörü.
Eğer bu, bir milli ülküyse, bu milli ülkünün demokrasiyle ayrıca ne kadar örtüşebileceğini düşündüm. Devlet Bey’i dinlerken, İlk aklıma gelen bunlar oldu. Sayın Bahçeli bu konuşmada, Kürtlerle hukuk çerçevesinde bir kardeşlikten bahsediyordu. Hep dile getirdiğimiz şey de bu zaten: kardeşliğimizin bir hukuk çerçevesinde düşünülmesi.
Hiçbirimiz sabah uyandığımızda bu memleketin Genelkurmay Başkanı ne söyleyecek diye uyanmıyoruz. Bugün parlamentoda grup konuşması olan siyasi partilerin siyasi gündemi nasıl değerlendireceğini merak ediyoruz. Bu bir gerçek.
Ancak ülkemizin belli bir siyasi kesiminde, Türkiye’nin geride bıraktığı vesayetin PKK eliyle sürdürüldüğünü görüyoruz ve bu çok net bir durum ve bu artık Türkiye'nin taşıyabileceği bir yük de değil ama.
Türkiye, bu yükü maalesef uzun süre taşıdı. Bu vesayet yoluyla kontrol edilen alanlarda, özellikle sol kesim ve geçmişte sol gruplar, şimdi ise Cumhuriyet Halk Partisi ile 2019 seçimlerinden sonra girilen ittifak biçimi, yani "Kent Uzlaşması" adı altında yürütülen ittifak, gerçekte Türkiye demokrasisi üzerindeki PKK vesayetinin tartışılmasını engelliyor ve devam etmesi için adeta ortak bir mutabakat sağlıyor.
Ancak bu yalnızca CHP'yi kapsamıyor; Devlet Bey’e karşı çıkan diğer büyük-küçük, milliyetçilik iddiasındaki partileri de kastediyorum. Maalesef onlar da kendilerini bir anda PKK'yı tolere eden, tasfiyesini istemeyen bir siyasi anlayış içinde buluyorlar. Ne kadar farkındalar veya değiller, bilemiyorum. PKK'nın kuruluşundan bu yana Türk milliyetçilerinin ortaya koyduğu en güçlü refleksi, çözüme en güçlü katkıyı, yani birinci, ikinci ve üçüncü grup konuşmasını şahsen böyle değerlendiriyorum.
“İKTİDAR VEYA OY HESABI OLARAK DEĞERLENDİRİLEBİLECEK BİR İŞ DEĞİL”
-Bu yeni süreç ile ilgili konuşulan konulardan biri de Erdoğan ve Bahçeli arasında bir görüş ayrılığı olduğu. Hatta dün bir gazeteci Bahçeli’ye grup konuşması sonrası bu soruyu sordu. Sizin yorumunuz nedir?
Muhalefetin periferisinde hizalanmış medya kesimi, Devlet Bey'in bu çıkışlarını boşa çıkarmak için çok çaba gösteriyor. Gazeteci arkadaşımızın sorduğu soru bana çok manidar geldi. Bu eleştiriyi gazeteci arkadaşımızı suçlamak için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın.
Elbette herkes istediği soruyu sormada özgürdür. Ancak bu soru, belirli bir kesimin zihniyetini ve düşünce yapısının nasıl işlediğine dair önemli bir ipucu veriyor.
Medyamız bardağın boş kısmını görsün tabi, ama dolu kısmını görmezlikten gelme hani şu unutulan barış gazeteciliğiyle ne kadar örtüşüyor?
Böyle bir konuşmayı birkaç dakika önce yapmış milliyetçi bir lidere sorulacak soru bir bu mu?
Bu lider Terörün bitmesini istiyor, Türkiye’nin geleceğinde teröre yer olmadığını söylüyor, örgütün tasfiye edilmesi gerektiğinin altını çiziyor ve Kürtlerle hukuk temelli bir kardeşlikten bahsediyor. Ancak gazeteci arkadaşımız, bitmek tükenmek bilmeyen o test sorularından birini gündeme getirerek “Cumhurbaşkanı da sizin gibi mi düşünüyor?” gibi bir soru yöneltiyor!
Devlet Bey de “Mesleği bırak” diye cevap veriyor. Ama bu cevaptan önce başka cümleler de kuruyor Devlet bey, medyaya sorumluluklarını hatırlatan, ama onları kimse söylemiyor ve mesele çok haksız bir biçimde, gazeteci soru sorma özgürlüğüne sahip değil gibi bir absürtlüğe evriliyor!
Çözüm süreçleri karşısında bazı gazetecilerin nasıl davrandıklarını biliyoruz. Öcalan’ın PKK’ya silahlarını bırakıp Türkiye’yi terketme çağrısı yaptığında bu ülkenin en ünlü gazetecilerinin daha Kandil bile bir şey dememişken neler yazdıklarını hatırlıyoruz: Biri dağa çıktı ve ülkeyi terk etmeye hazırlanan silahlı gruplarına, “nereye gidiyorsunuz, Erdoğan’a güvenmeniz için ne gibi sebep var, bakın yeni anayasa bile yok ortada demedi mi? Onlar da biz Erdoğan’a değil, liderimize güvendiğimiz ve itaat ettiğimiz için gidiyoruz demedi mi?
Bir başkası, “Bu mektup Kürtler’in üzerine nötron bombası düşmüş gibi oldu diye yazmadı mı?
Bu mu özgür gazetecilik?
Özgür gazeteci, yüzyıllık bir meselede çözümü destekleyen bir yerde durur, “çözüme etki ajanlığı” yapmaz!
Ben de gazeteciyim, ama bir milliyetçi liderin, bu kadar tarihi bir paradigmayla Türkiye’nin karşısına çıkışını, salt bir iç politika, iktidar veya oy hesabı olarak olarak görmem. Bu, Türkiye’nin milli çıkarları için bir mesele.
Oysa bazı gazetecilerin merakı, acaba Devlet bey ve Tayyip arasında bir çatışma yaratır mı fikirini ispata çalışmak noktasında duruyor.
Öcalan bir gün Meclise gelse ve konuşsa herhalde bu türden sorularını güncelleme gereği bile duymayacaklar korkarım! Eskiden AK Parti’de siyaset yapmış bir arkadaşımızın yaptığı paylaşımlar üzerinden Cumhur İttifakı’nda fikir birliği olmadığı söylendi.
Ancak ne oldu? Bir hafta sonraki grup konuşmasında Cumhurbaşkanımız, Çarşamba günü yaptığı konuşmada bu fikrin Cumhur İttifakı’nın da fikri olduğunu çok net bir şekilde üstelik bir manifesto düzeyinde ifade etti.
Bu meseleyi çözüp kırk yıllık siyasi hayatımı taçlandırmak istiyorum dedi. Daha ne desin, Devlet Bey’i desteklemek için?
“DEVLET BEY TARİHSEL ŞARTLARI DA NET BİR BİÇİMDE ÖNÜMÜZE KOYUYOR”
Tam olarak bu sürecin ciddiyetini kavranmadı mı sizce? Güven duygusu oluşturulabildiğini düşünüyor musunuz? Zira bir yandan kayyum atamaları da devam etti Bahçeli’nin bu açıklamaları devam ederken. İnişli çıkışlı devam etmesinin bir nedeni var mı?
Bu uzun ve zahmetli bir yol. Bu süreç, iktidarın ya da siyasi partilerin ellerinde tüm ayrıntılarıyla düşünülmüş, tüm dinamikleri hesaplanmış, tek düze bir şekilde ilerleyen bir siyasi süreç olmayacak.
Bu, inişli çıkışlı bir süreç olacak ve bunu hepimizin görmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye'nin bu meseledeki muhatapları çok aktörlü ve çok parçalı, bütünlüklü bir yapıdan bahsetmek mümkün değil.
Muhataplar kim? Meclisteki DEM grubu, Avrupa’daki DEM ve PKK örgütlenmeleri; bunlar her ne kadar tek merkezden yönetilseler bile çok farklı alanlarda faaliyet gösteriyorlar.
Ayrıca Kandil var, İmralı var, Selahattin Demirtaş var, bölgedeki sivil toplum örgütleri var. Ve bütün bunların ötesinde kendini belirleyici güç olarak gören, Türkiye’deki sol, radikal muhalif gruplar var.
Bu yapıların içinde olduğu bir çözüm sürecini başlatmak ve yürütmek elbette kolay değil. Ancak önce fikirlerle başlamak gerekiyor. Devlet Bey’in ortaya koyduğu bu paradigma bir yüzyıl çağrısıdır; bu, Abdullah Öcalan’dan Kandil’e kadar bir çağrıdır. Ve bu çağrı yapılırken, Devlet Bey tarihsel şartları da net bir biçimde önümüze koyuyor.
Trump’ın Orta Doğu’ya dair yeni politikalar benimseyeceğine ilişkin toplumda bir kanaat var. Bu gerçekleşirse en önemli sonuç ne olacak?
En önemli sonuç: Bölgesel ve küresel aktörlerin neredeyse yarım asırdır, vekalet savaşlarında kullandıkları örgütlerin işlevsizleşip tasfiyeye uğrayacaklarına tanık olacağız.
Devlet Bey'in, PKK’ya yönelik dış faktörleri hesaba katan mesajı bu açıdan oldukça önemli.
“PKK TASFİYE EDİLDİKTEN SONRA TÜRKİYE’DE ADETA KABUSTAN UYANIR GİBİ BİR YENİDEN YAPILANMA SÜRECİ YAŞANACAK”
-Peki önümüzdeki günlerde Öcalan’ın silah bırakma çağrısını duyacak mıyız? Ve bu çağrı sonrası neler olacak? Örneğin cezaevindeki siyasi tutuklular ne olacak? PKK silah bırakacak mı? En önemlisi de böyle bir çağrıya Kürt halkı nasıl tepki verir?
PKK tasfiye edildikten sonra Türkiye’de adeta kabustan uyanır gibi bir yeniden yapılanma süreci yaşanacak. Son dönemde Abdullah Öcalan'ın zihniyetinde bir değişim yaşanmış olmasını umut ediyoruz; Öcalan’ın bazı açıklamaları da bu yönde ipuçları içeriyor.
2013'teki Diyarbakır konuşması ve mektubunda, çözüm sürecindeki uyarıları ve örgüte yönelik talepleri, Türkiye odaklı bir duruşa işaret etti. Bu nedenle, Kürtleri Ortadoğu’daki maceralara davet eden siyasi anlayışın zayıflayacağını düşünüyorum.
Kürt halkı, çatışmalar nedeniyle büyük bedeller ödedi ve yoruldu; bu nedenle, çatışmayı bitiren bir lidere karşı durmayacakları kanaatindeyim. Ancak, savaştan çıkar sağlayan bazı grupların bu fikre direneceğini ama öngörebiliriz.
Abdullah Öcalan’ın, Türkiye'nin toplumsal barışına katkı sağlamak için siyasi bir adım atmasının, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay gibi isimlerin içeride kalmasını gereksiz kılacağı, kayyım atamalarını durduracağını düşünüyorum.
Öcalan'ın “Umut” hakkından yararlandığı bir Türkiye hiç bir şekilde eski Türkiye olmaz.
Selahattin Demirtaş’ın yargılandığı Kobani olaylarından beraat etmesi, çözüm sürecinde aldığı bazı rollerden kaynaklanan davalarla ilgili hukuki ve siyasi çelişkileri gündeme taşınır mesela.
-Tekrar kayyımlara geri dönersek, bu yeni süreç bağlamında hem İstanbul hem de doğudaki kayyımları nasıl okumak gerekiyor?
Ahmet Özer, çözüm sürecinde komisyonlarda fikirlerini paylaşmış bir entelektüel ve akademisyendi. Bugün ise kayyumla görevden alınması gibi durumlarla karşılaşıyoruz.
Bu arada hatırlatmak isterim konuyla ilgili olarak:
İsmail Saymaz’ın Halk TV'de yaptığı yorumlarda AK Parti ile olan siyasi bağlarım sanki tüm hayatım boyunca varmış gibi değerlendirdi. “Ahmet Özer hapiste, Orhan Miroğlu dışarıda” dedi.
Ancak gerçek şu ki, memleket meselelerine dair fikirlerimi savunmaya başladığımda AK Parti ile hiçbir bağım yoktu. AK Parti ile olan ilişkim 2015’te başladı. Bu tarihten önce, 2008-2009 yıllarında PKK'nın siyaset tarzına karşı çıkan Kürt aydınları arasındaydım ve bu duruşum nedeniyle tehditler aldım. AK Parti'ye yakın olmadığım o yıllarda bile, fikirlerimi savunmak uğruna ağır bedeller ödedim.
Ahmet ise farklı bir yol seçti. Olabilir, ama sonucu da bu oldu o yolun.
Böylesi nitelikli insanların içeride olmasını istemem; ancak ne yazık ki bazen siyasette bir yere gelme arzusu, bu tür yol kazalarına sebebiyet verebiliyor.
CHP, 2019 seçimlerinde İstanbul’u AK Parti’den, hem de bir milyon oy farkıyla aldı. Bu, bir araya gelmeleri için bir fırsat, ancak bu yakınlaşmanın demokratik siyasetin gelişmesine katkı sunan bir muhtevası olmalı. CHP ve HDP arasındaki ilişki şu an, Kürtlerin oyunu alıp, bu bölgelerdeki yönetimi DEM/PKK'ya bırakmak gibi bir temele dayanıyor. Yani Hakkâri, Diyarbakır, Mardin’in DEM/PKK tarafından nasıl yönetildiği CHP'yi pek ilgilendirmiyor.
Geçen hafta, üç Kürt sanatçının konserini iptal ettiler. Bu iptal kararına karşı çıktım, çünkü DEM’den oy alırken iyiydi de , pabuç pahalı hale gelince Rojda’nın konserini neden iptal ettiniz? Ne suçu var? Türkülerini söylesin. Üstelik Rojda’nın konserinden elde edilen gelir belediyenin değil; bilet satışıyla desteklenen bir etkinlik. CHP belediyeleri Kürt sanatçıların üç konserini iptal etti maalesef.
Ahmet Özer’in Rojda konserine olan desteği, iddianamede suç olarak görülmemeli. Ama başka bağlantılar varsa onu bilemem.