Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Sadece kapitalizmin bireyinin dünyadaki yaşamla birlikte kendisini yaratan sistemi de yok ettiğinden emin olunuz” diyor.
Otuz yıl kadar önce, önümüzdeki yüz yıl içinde, dünyanın bir yok edici çağa girebileceğini ve bu yok edici çağın da insan uygarlığının muhtemelen en son safhası olabileceğini yazmıştım (Rock ve Şiddet, s. 107 vd., 1994).
Yok edici çağ, benim bulduğum bir kavram değildi; aksine, nükleer silâhlanma nedeniyle pek çok yazar tarafından 1945 yılından sonra dile getirilen felâket senaryolarına verilen genel bir isimdi. Bu konuda, E. P. Thompson, Mike Davis, Raymond Williams, Rudolf Bahro, Lucio Magri, Etienne Balibar, Roy ve Zhores Medvedev, John Cox, Saburo Kugai, Marcus Raskin, Noam Chomsky, Alan Wolfe, Mary Kaldorf ve Fred Halliday gibi önemli düşünürlerin denemelerinin toplandığı bir eserinse epey ilgi çektiğini anımsıyorum (Exterminism and Cold War, 1982). Derlemeden bazı makaleler dilimize de çevrilmişti. Ancak, onların aksine ben, yok edici çağın, hastalık ve ekolojik felâketlerle başlaması ihtimalinin nükleer bir savaşla başlaması ihtimaline nazaran çok daha yüksek olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden 1995 yılında kaleme aldığım birkaç makalemde de “Exterminism” konusuna değinmiştim. Mezkûr makalelerimde, büyük depremlerin sıklaşacağını, uzun süreli yeni salgın hastalıklarının yayılacağını, kutup bölgelerindeki ve yüksek dağlardaki buzulların eriyeceğini, şiddetli yağışların sellere neden olacağını, sıcaklar nedeniyle çıkacak yangınların ormanları yok edeceğini, bazı bölgelerin iklim değişikliği nedeniyle çölleşeceğini, bitki ve hayvan türlerinin bir kısmının ortadan kalkacağını, temiz su kaynaklarının hızla tükeneceğini ve kışkırtılmış etnik çatışmalarla birlikte hızlı nüfus değişimlerin yaşanacağını belirtmeme arkadaş çevremde dahi epey itiraz edilmişti. Bilim insanı değildim ama, görüşümün dayanaklarını, atmosferdeki karbondioksit ve benzeri sera gazların artışının iklim değişikliğine neden olabileceğini 1896 yılında ifâde eden İsveçli kimyager Svante Arrhenius’un çalışmalarında bulmak mümkündü. Aslında, o kadar geriye gitmeme bile gerek yoktu, çünkü 1988 yılında, Goddard Enstitüsü’nde iklim uzmanı olarak çalışan James Hansen’ın, Kongre’de yaptığı bir konuşmada, küresel ısınmanın başladığından yüzde 99 emîn olduğunu söylediğini hepimiz gazetelerden okumuş veya radyo ve televizyon haberlerinden duymuştuk.
Bununla birlikte, 1900 ile 1990 arası, yok edici çağ senaryosunu nükleer savaş üzerine inşâ etmeyen benim gibileri pek de haklı çıkarmıyordu. Örneğin, San Francisco’dan (18 Nisan 1906) İran’a (21 Haziran 1990) kadarki büyük depremlerin sayısı ve aralıkları, depremlerin 1990 sonrasında sıklaşabileceğine dair güçlü bir işâret vermemekteydi. Peki, 90 yıl içinde küresel kaç büyük salgın yaşanmıştı? 1918 ve1919 yıllarındaki İspanyol Gribi (H1N1), 1957 ve 1958 yıllarındaki Asya Gribi (H2N2), 1968 ile 1970 arasındaki Hong Kong Gribi (H3N2) ve 1981 sonrasında ortaya çıkan AIDS salgınları dışında bilinen küresel salgınlar yoktu. Kutup bölgelerindeki buzulların erimesi ihtimali pek konuşulmuyordu. Büyük sel felâketleri olaraksa, 1931 Çin, 1949 Guatemala, 1971 Vietnam ve 1974 Bangladeş biliniyordu. 19’uncu yüzyılda sadece 0.7 derece artış kaydeden sıcaklık artışı, 20’nci yüzyılın başından itibâren 0.95 derecelik bir artış eğilimine girmişse de, bu derece bir kıyamet senaryosu için henüz yeterli değildi.
Maalesef 1991 yılından sonra her şey giderek daha büyük bir hızla değişmeye başladı: Depremler artık peş peşe ve çok sık aralıklarla oluyordu . Hindistan (20 Ekim 1991), Endonezya (12 Aralık 1992), Hindistan (30 Eylül 1993), Kolombiya (6 Haziran 1994), Japonya (17 Ocak 1995), Rusya (28 Mayıs 1995), İran (4 Şubat 1998), Afganistan (30 Mayıs 1998), Türkiye (17 Ağustos 1999), Tayvan (21 Eylül 1999), Hindistan (26 Ocak 2001), Hint Okyanusu (26 Aralık 2004), Pakistan-Keşmir (8 Ekim 2005), Cava (17 Temmuz 2006), Peru (15 Ağustos 2007), Çin (12 Mayıs 2008), Sumatra (30 Eylül 2009), Haiti (12 Ocak 2010), Şili (27 Şubat 2010), Japonya (11 Mart 2011), Pakistan (25 Eylül 2013), Nepal (25 Nisan 2015), Afganistan (26 Ekim 2015), Ekvador (16 Nisan 2016), İran-Irak (12 Kasım 2017), Meksika (7 Eylül 2017) ve Kuba-Jamaika (28 Ocak 2020) ilk aklıma gelenler. 1900 ile 1990 arasındaki 90 yılda 1991 ile 2020 arasındaki 29 yıldaki kadar fazla büyük deprem kaydedilmemiştir. 2002 ve 2003 yıllarındaki SARS, 2009 ve 2010 yıllarındaki Domuz Gribi, 2014 ile 2016 arasındaki EBOLA, 2015 ve sonrasındaki MERS ile 2019 ve sonrasındaki COVİD-19 salgınları milyonları öldürdü. Kaliforniya Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, 2001 yılındaki buz erime oranı 2017 yılında yüzde 280 artmıştı. Bu da, 1978-2000 yılları arasında eriyen buzul kütle miktarının 50 milyar ton iken, 2000-2017 yılları arasında eriyen buzul kütle miktarının yaklaşık olarak 140 milyar tona ulaştığı mânâsına geliyordu. Buzulların bu hızla erimeye devâm etmesi aslında sonun başlangıcıydı. Çünkü, dünyadaki tatlı su kaynaklarımızın yüzde 2.3’ü buz kütleleri olarak bulunuyordu. Bu buz kütlelerinin erimesiyse tatlı su kaynaklarımızı deniz suyu ile karıştıracak ve dünyamızı mutlak bir kuraklığa mahkûm edecekti. Ama, tehlike bu kadarla kalmıyordu. Buz kütlelerinin içerisinde bulunan zehirli maddeler denizlere karışıp, sulardaki canlı nüfusunun sonunu da getirmesi ihtimali de büyüktü. Ayrıca, buzulların erimesi sonucunda, deniz seviyesinin yaklaşık olarak 140 metre yükseleceği hesaplanmıştı ve bu yükselişin denizlere kıyısı olan şehirleri sular altında bırakacağından dünya nüfusunun yüzde 40 kadarını öldürmesi muhakkaktı. 1990 sonrası dünyanın soğuması senaryolarını yalanladı, 1998 son 1200 yılın en sıcak yılı oldu. Bilim insanlarıysa 2100 yılına kadar dünya genelinde maalesef 1.4 ile 5.8 derece arasında bir sıcaklık artışını öngörmekteler (Bkz., Selim Kılıç, Küresel İklim Değişikliği Sürecinde Su Yönetimi, s.176, 2018). Küresel ısınma yağış rejiminin bozulmasına yol açarken, bozulan yağış rejimi de iklimde sürekli dengesizlikler yaşanmasına neden olmaktadır. Kutuplarda bir derecelik sıcaklık artışı, dünya genelinde yağış miktarının yüzde bir artması mânâsına geliyor. Artan yağışlarınsa kimi bölgeleri sel olarak silip süpüreceği muhakkaktır. Sıcaklığın artması demek, aynı zamanda büyük orman yangınları da demektir. Sadece Kanada’da, 1994 yılında 9763, 1995 yılında 8486, 1996 yılında 6349, 1997 yılında 6148, 1998 yılında 10.723, 1999 yılında 7632, 2000 yılında 5349, 2001 yılında 7625, 2002 yılında 7775 ve 2003 yılında 6970 orman yangını çıkmıştır. Sınır komşusu ABD’nde de durum farklı değildi. ABD’nde, 1993 yılında 97.031, 1994 yılında 114.049, 1995 yılında 130.019, 1996 yılında 115.025, 1997 yılında 89.517, 1998 yılında 81.043, 1999 yılında 93.702, 2000 yılında 122.827, 2001 yılında 84.079, 2002 yılında 88.458 ve 2003 yılında 85.943 büyük orman yangını kaydedilmiştir (Bkz., Mertol Ertuğrul, Orman Yangınlarının Dünyadaki ve Türkiye’deki Durumu, s.44-46, 2005). 2019-2020 Avustralya orman yangınlarını mutlaka herkes anımsıyor. 240 gün boyunca devâm eden yangınlar sonucunda 8 milyon hektar alan ve 1.1 milyardan fazla hayvan yanmıştır...
Büyük depremler dışındaki her felâketin nedeni, kapitalizm ve insandır. Kaldı ki, istisnaî olsa bile, insanlar da depremlere neden olabiliyorlar. Baraj ve köprü inşââtının, maden ve taş ocağı açmanın veya petrol aramalarının yapay depremler yarattıkları bilinmektedir. Bunun son örneklerinden biri 2008 yılında Çin’in Siçuan şehrindeki Zipingpu Barajı’nın çökmesi sonucu oluşan ve 69.227 kişinin ölümüne neden olan yapay depremdir. Kapitalizm ve ekoloji üzerine çok şey yazıldığından, tekrâr etmeyeceğim. Ayrıca, bana göre asıl sorun, kapitalizmden ziyâde kapitalizmin bireyindedir. Elbette kapitalizm öncesinde de insanlar doğaya zarar vermekteydiler. Bu yüzden, Sümer, Fenike, Yunan ve Roma uygarlıklarında bazı felâketlerin yaşandığı tahmîn ediliyor. Ama, o dönemlerdeki felâketlerin hiçbirinin kapitalizmin bireyinin neden olduğu felâketlerle kıyaslanması mümkün değildir. Bununla birlikte, çağımızın büyük felâketlerinde, insanın fıtratına ve rolüne yeterince değinilmemiştir. Oysa, kapitalizmin bireyi, dünyadaki en tehlikeli canlı türüdür. Fıtratı yok etmektir. Kapitalizmi ve teknolojiyi kötüye kullanarak felâketlere neden olan da odur. Kapitalizmin bireyi için bir dönem Marshall McLuhan “teknoloji onun bedeninin bir uzantısıdır” demişti (Gutenberg Galaksisi, s.12, 2014). Yanılıyordu. Çünkü, McLuhan’ın yazdığının tam tersine, kapitalizmin bireyi, teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının bir uzantısıydı. İnsanla artık ancak şiddet ve bayağılık vasıtasıyla iletişim kurulabilmektedir. Televizyonların ve gazetelerin haberleri işleme tarzları da onları doğrudan şiddete ve doğayı kötüye kullanmaya yönlendirmektedir (Bkz., Martin Esslin, Beyaz Camın Arkasında, 1991). İnsan, teknolojiden ve kitle iletişim araçlarından doğan ahlâksız bir kirlilik olduğundan, onun için hayvanların, ağaçların ve estetiğin hiçbir değeri yoktur. Politik değildirler, politikalarda “...mış gibi” davransalar bile aslında tarafsızdırlar. Ama, en fazla şiddet ve en fazla bayağılık hangi taraftaysa orada bulunmak isterler. Bu yüzden IŞİD çok ilginç bir örnektir. CIA ve diğer kaynaklara göre 2014 yılında IŞİD’in bünyesinde 81 farklı ülkeden 12 binden fazla militan bulunuyordu ve bunların üç bin kadarı da Batı ülkelerinden gelmişlerdi. Batı ülkelerinden IŞİD’e katılan militanlar ise daha çok Avrupa Birliği ülkelerinin ve ABD, Kanada, Avustralya veya Yeni Zelanda gibi okyanus ötesi ülkelerin “Hıristiyan” vatandaşlarıydılar (Bkz.,Dolunay Şenol, Sezgin ve Elif Erdem, IŞİD:Küresel Bir Terör Örgütü, s.282, 2016). Onların IŞİD’e İslâm için katılmadıkları muhakkaktır. Onları IŞİD’e getiren şey sadece şiddetin ve bayağılığın büyüsüydü. Afganistan’daki, Orta Doğu’daki ve Afrika’daki paralı askerlere de bu açıdan bakmalıyız. Ayrıca, kapitalizmin bireyi politik olmadığından, Irak’ta, Suriye’de ve Afganistan’da görüldüğü gibi, kolaylıkla saf değiştirebilmektedir.
Orman yangınlarına ve küresel iklim değişikliğine de kapitalizmin bireyi neden olmuştur ve neden olmaya da devâm etmektedir: Türkiye’de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın açıklamasına nazaran 2011 ile 2020 arasında çıkan orman yangınlarının yüzden 89’u insan kaynaklıdır (TRT Haber, 17 Şubat 2021). Orman yaygınlarıyla mücâdelede suçla orantılı bir cezâ bulunmadığından ve yargı mensûbları orman yakma suçuna hep lâkaydâne kaldıklarından, bu yüzde 89 oranının da sadece yüzde 6’sı kasıtlı çıkarılan yangınları içermektedir. “In the Line of Fire: Consequences of Human-Ignited Wildfires to Homes in the U.S. (1992-2015)” başlıklı bir araştırmaya göreyse, ABD’nde 1992 ile 2012 arasında çıkan orman yangınlarının yüzde 84’ü insan kaynaklıymış. Aslında bütün dünyada oranlar aşağı yukarı bu şekildedir. Küresel iklim değişikliğinde ormansızlaşmanın payıysa hayli yüksektir ve yüzde 17 civârındadır. Ama, karbondioksit oranındaki artışın büyük yüzdesini fosil yakıt kullanımı oluşturuyor. 2004 yılındaki araştırmalar insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının yüzde 56’sının fosil yakıt kullanımında ortaya çıkan karbondioksite ait olduğunu açığa çıkarmıştır. İklim değişikliğindeki ikinci büyük etken de, başta ormansızlaşma olmak üzere insanın arâzî kullanımındaki kötü niyetidir. Örnekler çoğaltılabilir, ama imkânlarımız sınırlı. Sadece kapitalizmin bireyinin dünyadaki yaşamla birlikte kendisini yaratan sistemi de yok ettiğinden emîn olunuz...
Henüz başlarında olduğumuz bu yok edici çağın, muhtemelen ileride başka bir safhası daha yaşanacaktır: Yapay diller! Bu konuya ise bir başka yazımda değineceğim...