‘Mucizenin Etik Uğrağı’ kitabının yazarı Ahmet Çiğdem “Türk toplumu kritik eşiklerde hep en uygun olan kararı vermiştir. Seçkinlerin öngörüsü ve yorumlarından bağımsız olarak, siyasal iktidarların önünü açan ve ileriye taşıyan bir demokratik olgunluk ve beceri geliştirmiştir’ değerlendirmesinde bulunuyor.
Ümid ve endişenin eş değerli olarak birbirini yokladığı bir dönemi geride bırakıyoruz. Ben şahsen Türk toplumunun demokratik tecrübesine ve alışkanlıklarına güveniyorum ve bu tecrübenin sunduğu imkânların siyasal iktidarlar tarafından hoyratça tüketilmesine duyulan öfkenin, topluma yönelik bir itimatsızlığı büyütmesinden kaygı duymuşumdur. Türkiye’de iktidar olmak halkın payını azaltmak olarak somutlaştığından, her seferinde ihanete uğrayan bir toplumun kendi aklîliğini korumasında “derin bir hikmet” veya “irfanî bir yücelik” görmek yerine, kendi payını asgari seviyede de olsa muhafaza etme isteğini öne çıkarma çabasındaki politik aklıbaşındalığı müşahede ediyorum. Geleceğe dair bir ümidim varsa, bu isteğe ve onun sonuçlarına dayalıdır.
DİNDAR KAYGI
Hep söylenildiği üzere muhafazakârların ve dindarların eğilimlerini değiştirme konusundaki gönülsüzlükleri, “kazanımlarını” kaybetme kaygısından neşet ediyor. Bu kaygıyı anlıyor olmayı istemekle birlikte, bu anlayışın, en azından, söz konusu kazanımların başka toplum kesimlerinin aleyhine büyüdüğünü görmeyi de hak ettiğini düşünüyorum. Bu sebebledir ki, “kazanımlar” bizzat sahiplerinin hayat alanlarını da daraltan ve baskılayan bir boyuta ulaştığında en azından kamusal temsilcilerinin bir utanç taşımasını ve bu utanç nedeniyle mutedil olma çağrısı yapmalarını beklemenin boşunalığından söz etmek bile gerekmiyor. Fakat görülmelidir ki bu “kazanımlar” Türk toplumunun ve en başta da dindarların istikbâlini ipotek altına almıştır ve elinde devlet kırbacıyla hâlinden şikâyet edeni sigaya çekmek üzere örgütlenmiş durumdadır. Kazanımların iktisadî vechesine gelirsek ki orada bir kazançtan değil, bütünüyle kayıptan söz etmek zorundayız, iktidarı uzun yıllardır destekleyen katmanlar (kırıcı olmamak için alt katman demedim) bu iktidarın ekonomik politikalarından en çok zarar gören katmanlar olmuştur. Demek ki durulması ve düşünülmesi gereken bir vaziyetteyiz. Zira, bir türküde denildiği üzere, “benim sevdiceğimde din var fakat imân yoktur.”
Şu halde dindar kaygı, bu kazanımlarını toplumun müsavi üyeleri keyfiyetiyle korumak istiyorsa, dahası bu kazanımların sadece kendi kazancı değil, toplumun bütünün kazancı olarak gelişmesini ümid ediyorsa ki bu “kazanımları terbiye etmenin” başka bir yolu bulunmamaktadır, fırsat önlerindedir.
Yeni bir siyasal iktidarın teşkilinde bu kaygıyı temsil eden insanlar mevcuttur. Daha fazlasını isteme hoyratlığı, fazladaki nobranlığı ve kötülüğü teşhis etmekten Yeni Şafak ve Akit yazarlarınca alıkonuluyorsa, hatta destekleniyorsa, kendisine yönelik medeniyet davetine de maruz kalacaktır.
Öte yandan açıktır ki sadece dindarların kaygılarına da kulak kabartarak ilerleyemeyiz. Zaten, başkalarının kaygılarını bizimkinden önce dinlemeye hevesli değilsek, özgürlükten ve demokrasiden söz edemeyiz. İnsanların, grupların, kimliklerin kendilerine yönelik taleblerinin bir sınırı vardır; ama toplumun bütününe yönelik taleblerin bir sınırı yoktur. Okyanusta yüzmek varken, akvaryumdaki darlığa ne gerek var? Üstelik olgusal olarak bakıldığında, dinsel kaygının kendisini azamîleştirdiği ve diğer kaygıları neredeyse bastırdığı bir dönemden geçtik. Şu halde dindarların da başka kaygı sahiplerini dinlemesi ve anlamaya çalışmasındaki medeni inceliğe sahip olduklarını kanıtlamalarının vakti gelmiş bulunmakta, hatta geçmektedir. Önümüzdeki fırsatlardan belki de önemlisi budur. Belki bu yeni dönem onların bu konudaki istek ve azimlerini bir miktar hızlandıracaktır.
EŞİTLİĞE RAZI OLMAK
Bu ülkede yaşayan her insan gibi, eşitliğin, yâni siyasal, hukuksal ve ekonomik eşitliğin savunulası bir değer olmadığını, çünkü Türkiye’de bütün kimliklerin ve pozisyonların sonuçta “eşitler arasında birinciliğe” daha fazla inandıklarını biliyorum. Dolayısıyla gerçekçi davranıp, eşitliğe razı olmayı taleb edebiliriz. En azından, aramızdaki “en birincileri” seçmek üzere ve o vakte kadar, eşitliği bir ilke olarak, bir norm ve değer olarak yukarıda tutabiliriz. Buradaki eşitliğin siyasal karşılığı, yurttaşlıktır ve yurttaşlık, bir sosyal kontrat olarak anayasada ifade edildiği biçimiyle anlaşılmak zorundadır. Dindar, seküler, zengin, yoksul, kadın, erkek, x, y ve z kendi kısmî sosyolojik ve kültürel varlığını yurttaşlığa götürerek geliştirebilir. Kendisi kalarak değil. Önümüzdeki fırsatlardan birisi de, birbirimizi boğazlamamak için, elimizdeki en büyük imkânın bu anayasal eşitlik ilkesine yeniden hayatiyet vermek olduğudur. Delilimiz açıktır: Yine bu ülkede, bu ilkenin muhtelif nedenlerle göz ardı edilip, bir kesimin eşitliğini toplumun diğer kesimlerinin aleyhine olmak üzere çoğalttığımızda, tıpkı dindarlık bahsinde olduğu gibi, en başta da eşitliği büyüyenler olmak üzere, herkesin bütünüyle zarar gördüğü bir vasata ulaşıyoruz.
KÖTÜ HABER
Gelelim, kötü habere. Türkiye’de sekülerlerin en büyük korkusu, Türkiye’nin İran olmasıdır, yâni teokratik bir iktidarın varlığıdır. Dünyayı bizden ibaret gördüğümüz için başka toplumlara yönelik bilgilenmeyi minimal seviyede tutmayı başardığımızdan, İran’daki rejimin problemini “teokratik” olmasında buluyoruz, “demokratik” olmamasında değil. Teokrasinin, dinsel olanı siyasal olanın hizmetçiliğine atamış olmasındaki garabeti görmüyor, eleştiri oklarımızı boşuna tüketiyoruz. Dinsellik, İran’da görünürlüğün ve egemenliğin mistifikasyonunun ve kaçınılmaz totaliterliğin aracıdır-amacı değil. Ben İran olmayı her şeyin nominal değerine indirgendiği ve kolaylıkla askıya alınabildiği bir rejim olmakla özdeşleştirmeyi daha doğru buluyorum. Dinsellik çeşnisine kanarak, totaliteryanizm kavramından vazgeçecek değilim, bu dinsel totaliteryanizmin de gerektiğinde en başta dinsel olanı sahneden çekeceği bir oportunizmden başka bir keyfiyetinin olmadığını da görüyorum.
Bizi bekleyen esas tehlike her türlü totaliteryanizmde karşımıza çıktığı üzere bir üst ilke uğruna, hukuku, eşitliği, özgürlüğü baskılamak, başımıza gelen felâketleri –deprem de dahil olmak üzere- bir büyük şeytandan bilmek ve buna inanmıyanları resmî düşman ilân etmektir. Perspektif’te ilk yazdığım yazının başlığı, “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok” idi. Başka türlü bir toplum tahayyülü için, önümüzde pek fazla fırsat ve imkân kalmadı. Demek ki karar vereceğimiz hususlardan birisi de budur. Ne olacağımıza yahut ne olmıyacağımıza karar vereceğiz.
Rahmetli Marx, Yahudiliğin özgürleşiminin bizzat Yahudilikten özgürleşmek olduğunu söylemişti. Bu yargıyı bir kimlik ilga talebi olduğunu düşünmek yerine, “ben kendi kimliğinden daha fazlasıyım” (evet, mesela insanım)- diyen bir iddia, “ben kendi kimliğimle sınırlanmayı ve daralmayı tercih etmiyorum, başkalarını gözetebilen, onların ıstırablarını kendi ıstırabım bilebilecek bir genişlemenin sahibi olmayı tercih ediyorum” iddiası şeklinde değerlendirmek yerinde olacaktır.
AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).