Yazar Halil Turhanlı, II. Dünya Savaşı sonrası yeni Alman sinemasının önemli ekollerinden Werner Herzog’un Münih’ten Paris’e ‘minnet yolculuğu’na mercek tutuyor.
Film ve tiyatro eleştirmeni Lotte H. Eisner, “klasik “ Alman sinemasını özellikle de Dışavurumcu akımı genç kuşak izleyicilere tanıtmak için yoğun çaba harcamıştı. Onun ilk kez 1952’de Fransa’da yayımlanan L’Ecran Démoniaque başlıklı çalışması film eleştirisi, sinema tarihi ve kuramı konusunda klasik sayılıyor. Bu çalışmasında ağırlıklı olarak Dışavurumcu sinemanın ışık ve gölge karşıtlıklarıyla içsel çatışmaların yansıtıldığı tekinsiz, Faustçu filmlerini ele aldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi yönetimi bu geleneği unutturmaya, belleklerden silmeye çalışmıştı.
Eisner 1933’de Naziler’in iktidara gelmesiyle Almanya’dan ayrılarak, Nazi Almanyası’nın barbarlığından kaçarak Paris’e gitti. Orada 1950’lerde Henri Langois’nın himayesinde sinematekte küratör olarak çalıştı.
Savaş sonrası Alman sineması taşralıydı. Şu nedenle ve şu anlamda: Bütün büyük yönetmenler Hitler Almanyası’nı terk etmişlerdi. Fritz Lang, Gregory Ulmer, Robert Siodmak, Douglas Sirk, Billy Wilder ve daha pek çokları Hollywood’da çalışıyor, çok da başarılı oluyorlardı. Dışavurumcu sinemanın mirasını taşıyan söz konusu göçmen yönetmenlerden bazılarının Hollywood’da söz konusu geleneği Amerika’nın koşullarına uyarlayarak film noir olarak yeniden biçimlendirdikleri söylenebilir. Bu kez şehrin labirenti çağrıştıran karanlık sokaklarındaki gölgeler, dehlize benzeyen gece kulüplerindeki esrarengiz kadınlar öne çıktı.
Fakat beri yandan savaş sonrası Alman sinemasına vasatlık hâkimdi. Savaşın hemen ertesinde İtalya’da Yeni Gerçekçilik doğmuş, faşizmin eleştirisini yapmış, direniş deneyimini övmüştü. Savaş sonrası Alman sinemasında böyle bir canlanma ve atılım yaşanmadı. Eisner, Alman sinemasının altın çağının usta yönetmenlerini, onların filmlerini gündemde tutuyor, aynı zamanda savaş sonrasının vasatlığını aşmanın gerekliliğini vurguluyordu. Bu konudaki yazıları ve önerileriyle genç sinemacılara yön gösteriyor, onlara tarihlerini ve geleneklerini işaret ediyor, estetik köklerini hatırlatıyor, yeni bir sinemayı başlatmaları için yüreklendiriyordu.
Yeni Alman sineması ancak 1960’ların sonunda doğdu. Eisner’in gelenekle bağlantı kurmalarına yardımcı olduğu yönetmenlerden biri de Werner Herzog’du. Timothy Corrigan’ın da belirttiği üzere Herzog’un özellikle Nosferatu, Kasper Hauser (Herkes Kendi Başına, Tanrı Herkese Karşı ) Woyzeck gibi ilk dönem filmlerinde bu geleneğin en kuvvetli akımı olan Dışavurumcu sinemanın belirgin etkisi söz konusudur.
Herzog kurduğu bu bağdan dolayı Eisner’i takdir ediyor, kendini ona bir ölçüde borçlu hissediyordu.1974’de ciddi sağlık sorunları yaşadığını, Paris’de günlerdir yatmakta olduğunu, yatağından kalkamadığını duyunca ona olan borcunu ödemeye karar verdi. Eisner’i ziyaret etmenin de ötesinde ona şifa vermek istedi. Bunu bir minnet borcu olarak gördü. Soğuk bir kış günü Münih’deki evinden yola çıkarak Paris’e yürüyerek uzun ve yorucu bir yolculuk yaptı. Yürümenin şifa verici bir güce sahip olduğunu düşünüyor, yaptığı bu yürüyüşün de Eisner’i ayağa kaldıracağına inanıyordu. Öyle de oldu. Eisner şifa buldu ve yaklaşık bir on yıl daha, doksan kusur yaşına kadar yaşadı.
Buzda Yürümek, Yeni Alman Sineması’nın önemli temsilcisinin, Eisner’e şifa vermek için zorlu kış koşullarında 23 Kasım – 14 Aralık 1974 arasında Münih’ten Paris’e yaptığı, üç hafta süren uzun yürüyüşünün belgesi. Bu epik yolculuğu boyunca günlük tutmuş yürüyüşünün amacını ve yola koyuluşunu şöyle anlatıyor: “1974 yılının kasım sonuna doğru Paris’ten bir arkadaşım beni arayıp Lotte Eisner’in çok hasta olduğunu ve muhtemelen öleceğini söyledi. Olamaz, dedim, şimdi ölemez Alman sineması şu an onsuz yapamaz, bu önemli kadının ölmesine izin veremeyiz. Bir ceket, bir pusula ve gerekli malzemelerle dolu bir kamp çantası aldım. Çizmelerim o kadar sağlam ve yeniydi ki yüzümü kara çıkarmayacaklarına emindim Yaya olarak oraya ulaşırsam onun hayatta kalacağına dair sağlam bir inançla Paris’e giden en kestirme yola koyuldum. Zaten kendimle baş başa kalma ihtiyacı da duyuyordum.” (Buzda Yürümek, s.7)
Herzog, Eisner’i ayağa kaldırma konusunda kuvvetli bir irade taşıyordu. Sisin içinde nasıl yaklaştığını fark edemediği, ama aniden önünde beliren köylerden, buz gibi soğuk gecelerde uzaktan seyrek ışıkları görünen kasabalardan ,ormanların , sürülmemiş tarlaların, çamurlu çayırların kıyısından geçerek ; hanlarda, yarım kalmış inşaatlarda , kış günlerinde boş kalan yazlık evlerde, samanlıklarda uyuyarak yürümeyi sürdürdü. Çok kış koşullarında bu yolculuğu büyük bir azimle kararlılıkla yapmıştı: “ Kararlı adımlarımın altında yer sallanıyor. Hareket ettiğimde bir bizon hareket ediyor. Dinlendiğimde bir dağ istirahate çekiliyor.” (Buzda Yürümek, s.10)
Herzog ile İngiliz gezi yazarı, romancı, sanat koleksiyoncusu Bruce Chatwin arasındaki dostluk bağlarının temelinde de yürüme konusundaki ortak düşünceleri bulunuyordu. Yürüme tutkuları ve yürümeye atfettikleri doğaüstü güç aralarında kuvvetli dostluk bağları kurulmasında önemli rol oynamıştı. Yürümenin yaratıcılığı beslediğine ve kışkırttığına inanıyorlardı. Herzog’a göre yürüme pek çok şeyi aynı anda düşünebilme gücü verir “Yürürken insanın kafasından o kadar çok şey geçiyor ki beynim zonkluyor.” (Buzda Yürümek, s. 10) Chatwin de Songlines başlıklı romanında Osip Mandelstam’dan yaptığı bir alıntıyla onun Dante’nin şiirinin yürümekten doğduğu, adımları ve soluk alıp verişiyle dizeleri arasında eşzamanlılık bulunduğu düşüncesini paylaşır. ( Songlines, s. 230)
Kuşkusuz, Chatwin dünyanın değişik ve uzak yörelerini yürüyerek gezen ilk gezi yazarı değildi. Ondan önce bir başka İngiliz gezi yazarı Patrick Leigh Fermor 1933’de Hollanda’nın güneybatısından, Rotterdam yakınlarından yola çıkarak İstanbul’a yürüyerek gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusunda özel operasyon yürüten ekibinin içinde yer almış, savaş sonrasında da yürüyerek gezmeleri sürdürmüştü Ne ki kendini aristokrasinin bir mensubu olarak gören Fermor gezi yazarlığında kolonyalist geleneğe bağlıydı. Avrupamerkezci bakışa sahipti. Oysa Chatwin bu kolonyalist gelenekle arasına mesafe koyabilmek için “gezi yazarı” nitelemesini bile kabul etmiyor, geri çeviriyordu
Chatwin 1970’lerde sözü edilmeye başlanan “yeni gezi edebiyatı”nın temsilcisi sayılıyor. Kendi adı da yeni gezi edebiyatı içinde anılan Colin Thubron, bu akımın yazarlarının “postmodern kolaj “lar oluşturduklarını belirtir. Chatwin’in ısrarla “ roman” olarak nitelediği Songlines bir ölçüde Thubron’ı doğrular. Chatwin gezme, yürüme deneyimini okuduğu metinlerle, değişik kaynaklardan edindiği bilgilerle kaynaştırmış, bir mozaik oluşturmuştu.
Songlines göçebeliğe bir övgüdür. Chatwin’in biyografisini yazmış olan Nicholas Shakespeare bu kitabın Aborjinler, nomadlar hakkında olduğu denli Chatwin’in kendini gözü pek bir gezgin, mütevazi bir bilge, keskin zekalı bir sorgulayıcı olarak keşfetmesinin, kendini yeniden yaratmasının da kitabı olduğunu yazar. Chatwin’i ilgilendiren ana tema yerinde duramama, yola koyulma arzusu, yerleşik olmanın verdiği huzursuzluktu. Ona göre insan iki karşıt duygu arasında ve kararsızlık içinde yaşıyordu: Hareket etme ve yerleşme. İnsanın benliğine egemen olduğunu düşündüğü bu çatışma ve karşıtlığı Songlines’da Kabil ve Habil öyküsü üzerinden açıklamaya çalışır. Çiftçi olan, yerleşik bir hayat yaşayan Kabil çobanlık yapan gezgin ve özgür kardeşi Habil’i kıskanmış, ona karşı kin beslemiş, sonunda kardeşini öldürmüştür Kardeşini katletmenin cezası ise yurtsuzlaşmak, hep gezmek, Cennetin doğusuna doğru yol almaktır.
Chatwin Ocak 1989’da Güney Fransa’da, Nice yakınlarında bir hastanede hayata gözlerini yummadan önce Herzog’u davet etti, omu görmek istiyordu. Dostunun bu kez şifa veremeyeceğini, durumunun umutsuz olduğunu biliyordu. Kendisini ziyarete gelen ve son kez görüştükleri dostuna uzun yıllar gezilerinde, yürüyüşlerinde taşıdığı sırt çantasını verdi, bu çantayı taşımasını vasiyet etti.
Herzog 2019’da BBC’nin Chatwin’in otuzuncu ölüm yıldönümü dolayısıyla sipariş ettiği belgesel filmle bir bakıma dostunun vasiyetini de yerine getirmiş oldu. Göçebe: Chatwin’in Ayak İzlerinde adlı belgesel dolayısıyla Chatwin’in ölüm döşeğinde armağan ettiği sırt çantasıyla onun gezdiği yerlere bir kez daha gitti, onun ayak izlerini gerçekten takip etti. Avusturalya’nın kurak iç bölgelerine, Aborjinlerin topraklarına, ıssız ve kasvetli Patagonya’ya, Galler yöresinde Siyah Dağlar adıyla bilinen tepelere gitti. Chatwin’in dul eşiyle, biyografisini yazan Nicholas Shakespeare’le, onu tanımış olan daha başkalarıyla da söyleşiler yaptı.
KAYNAKLAR
Chatwin, Bruce, Songlines, Penguin Books, 1987
Corrigan, Timothy (ed. ), The Films of Werner Herzog: Between Mirage and History, Routledge, 2014
Herzog, Werner, Buzda Yürümek çev. A.Bolcakan, Jaguar Kitap, 4.Bakı, 2022,
Shakespeare, Nicholas, Bruce Chatwin, Vintage, 2000