Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler, Müslüman bireyin 'müşfik' ve 'merhametli' niteliğini kazanmasının yolunun vicdanı sürekli diri tutmaktan geçtiğini belirtiyor.
Vicdan, Kur’an’da Allah’ın insanda yaratmış olduğu ahlaki duygulanım ile görme, işitme ve düşünme, tespit, tasvir ve tefrik kabiliyeti ve kapasitesidir. Tanrı tarafından insanda yaratılmıştır. Tanrı, vicdanın karesi veya küpü olarak (esmau’l-hüsna) insan için saygı, korku, utanma, minnettarlık, şükran, yaptırım mercii ve otoritesidir. Allah’a teslimiyet ve Allah ile peygamberine itaat, vicdanın ikna olması ile gerçekleşir (yakîn). Kur’an, beşeri vicdanın Allah tarafından kullanılmasıdır. Yaptığı da, insan vicdanının içinde uyuştuğu, donduğu, fosilleştiği mevcut tarihsel-geleneksel-kültürel yapıdan ve içgüdülerin ayartma ve baskısından (heva-ümniye) onun kurtarılmasıdır. Vicdanın ikna olması tefekkür, taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür yani hikmet ve ilim ile olur. Kur’an’da bunu gerçekleştirmeye çalışır. Tarih, tekerrürden ibarettir. Peygamberlerin ölümünden sonra, mü’minler, önceki zihinsel-geleneksel kodlara geri dönerler. Bunu da, suret-i haktan görünerek teolojik gerekçeler ile yaparlar. Bu yazıda Kur’an’ın vicdanı ayıktırma çabasını ve mezheplerin onu söndürme, öldürme, dumura uğratma gayretini tasvir etmeye çalışacağız. Vicdanı diriltmeye gelen bir kitabın, mutlaklaştırılarak nasıl vicdanı karartmak için kullanıldığını ortaya koymaya çalışacağız.
1- KURAN'IN VİCDANI DİRİLTME ÇABASI
Kur’an, yedinci yüzyılda Arap yarımadasının çadırını ve sokağını muhatap alarak davasını insanların anlayabileceği şekilde kolaylaştırmıştır: “Biz, bu Kur’an’ı insanlar anlasınlar diye kolaylaştırdık; ders almak isteyen yok mu?” (54/17, 22, 32, 40). Yaratılışta Allah’ın kendisinden insana üflediği ruh (21/91, 15/29), onun vicdan kapasitesidir. Allah, insanı yaratıp “Adam” edince yani mükellef olacak kıvama gelince, ona takva (vicdan) ve zıddı hayvan (fücur) kabiliyeti verip denenme için onu serbest bıraktı. Beklenen, takva kabiliyeti ile hayvan kapasitesini kontrol altına almaktır (91/7-10). Bu misyon, “Ezeli Misak” metaforu ile de tekrarlanır. Allah’ın insanlığa yaptığı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” çağrısına, insanlık: “Tabii ki Rabbimizsin” cevabını vermiştir (7/172). Binaenaleyh, peygamberler, sadece vicdanı diri olan kimseleri uyarabilirler (36/70). Cehennemlikler, Ahirette şöyle bir itirafta bulunurlar: “Şayet dinleseydik veya akledebilseydik burada olmazdık.” (67/10). Vicdanın denenmedeki kilit rolünü şu ayet gayet açık bir şekilde ifade eder: “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine körü körüne takılma/düşme; kulak, göz ve kalp, mutlaka bundan sorguya çekilecektir.” (17/36). Vicdanın, Allah nezdinde Ahirette kurtulmanın yegâne aracı olduğunu Kur’an şöyle ifade eder: “O gün ne mal ne de evlatlar insana fayda verir; sadece temiz bir kalp (vicdan) ile gelenler kurtulur.” (26/89). Hz. İbrahim’i önce düşünür, sonra da peygamber olmaya layık kılan hasleti, onun vicdanı idi: “O, Rabbine temiz bir vicdan ile yöneldi.” (37/84). Kur’an’ın 23 sene süren insana yönelmiş davasını: “Yaratılışta sana verilen vicdanını kullanma cesaretini göster!” olarak özetleyebiliriz. İman ve salih amel, ancak bu yeti ile alımlanacaktır. Allah’ın emir ve tavsiyelerine teslimiyet ve itaat, ancak bu yeti ile başarılabilecektir. Yoksa cahillerin sandığı gibi gözler kapatılarak veya düşünme iptal edilerek değil.
Kültürel-dinsel bağlamda mevcut toplum, tarih ve geleneğe taklit yolu ile dogmatik(mezhebi) itaatı, Kur’an düşünme, eleştiri, sorgulama, tecdit, tashih ve tenkit yolu ile reddeder. Örneğin, müşrikler, Hz. Muhammed’e karşı: “Hayır, biz, babalarımızı bir din/mezhep üzere bulduk ve onların izinden gideriz.” dediler. Senden(Hz. Muhammed) önce hiçbir memlekete bir uyarıcı göndermedik ki, oranın ileri gelen kanaat önderleri : “Şüphe yok ki biz, babalarımızı bir din üzere bulduk ve biz de onların peşinden gitmekteyiz” demiş olmasınlar. Uyarıcı, onlara: “ Ben size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı? bu yolda ısrar edeceksiniz.” dediğinde; onlar da: “ Biz, kesinlikle senin ileri sürdüğün iddiaları/davayı reddediyoruz.” dediler.”(43/22-24).
2- TEOLOJİNİN VİCDANI BOĞMA ÇABASI
İslam’ın erken tarihinde oluşan Hadis Ehli veya nam-ı diğer Seleflik yani Şafiîlik, Hanbelîlik ve Zahirîlik, Allah’ın ve Peygamberinin söylemiş oldukları sözleri, yapmış oldukları yorumların (Kur’an Ve Hadis-Sünnet) tamamını, son kere bütün insanlık ve bütün zamanlar için olduğu zannı (inancı) ile dondurdular. Bunu samimiyetle, iman ve ibadet aşkı ile Allah’ı tazim amacı ile yaptılar. Allah’ı ve peygamberinin iman, ibadet ve ahlak alanlarında herkes için her zaman geçerli olacak tümel önerileri (din) ile icâb-ı hale, adamına, muhatabına, duruma göre söylenip sonradan nesh edilmesi gereken emir ve tavsiyelerini (şeriat) birbirine karıştırdılar. Bu yaklaşım, genellikle Arap kökenli âlimlerin görüşü idi. Arap olmayan (Mevali) âlimlerin oluşturduğu “Rey Ehli” yani Hanefîlik ve Mu’tezile, Kur’an’ı ve Sünneti daha dinamik ve vicdan merkezli olarak yorumladılar. Daha sonra “Sünnîlik” olarak isimlendirilen birinci görüş, İlahi Kelam’ın “Kadim” olduğunu ileri sürerek, öyle olduğuna inanarak Kur’an ve Hadislerin mutlaklaştırılmasını ve kutsallaştırılmasını teyit etti. İkinci adım olarak, Kur’an ve Hadise/Sünnete mutlak itaat edilmeye çağrılarak söylenmiş sözlerin bağlamları, nüzul sebepleri, vürut hikmetleri yani “anlaşılmaları” yok edilerek, hepsi “iman” mevzusuna dönüştürüldü. Oysa Kur’an’da insanlara vicdanları ile söylenenleri idrâk ederek, anlayarak, içten gelerek samimiyetle teslim olmalarını ve itaat etmelerini istiyordu. Teolojilerin/Mezheplerin yaptıkları gibi dogmatik olarak körü körüne taklit etmelerini istemiyordu. Böylece mü’minlerin vicdanlarını kullanma ihtiyaçları kalmıyordu. Yavaş yavaş dumura uğrayabilirdi. Çünkü her şey Kur’an ve Hadisler tarafından sonsuza kadar çözüme kavuşturulmuş olarak görülüyordu. Yeni çıkan sorunlar, âlimler tarafından “içtihat/vicdan” ile çözüme kavuşturuldu. Bir müddet sonra bu çözümler de Kur’an ve Sünnet/Hadisler gibi mutlaklaştırıldı. Böylece “Edille-i Erbaa/Edille-i Şeriyye (Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas)” ile ortaya konan çözümlerin (mezhep-teoloji) taklit yolu ile benimsenmesi, ideal Müslümanlık olarak kabul edildi. Pınarın/gözenin/kaynağın temiz olması, akarken ona kirli suların karışmayacağı anlamına gelmediği gibi; suyun akışını durdurup göl haline dönüştürünce, kokmayacağı anlamına da gelmez: “Akarsu su, pislik tutmaz.”
Bazı âlimler (Mu’tezile, imam Matürîdi, İbn Hazm), sokak insanı için de asgari olarak “tahkiki imanı” şart koşmuş ve taklidi caiz görmemiş olsalar da; âlimlerin çoğunluğu, -Kur’an’a açıkça ters olduğu halde ve bununla 23 sene boyunca mücadele ettiği halde-, âvam için taklidi imanı meşru görmüşlerdir. Taklidi imanı meşru görmenin, -diğer dinler için de geçerli olması gerektiğinden-, İslam’ın her hangi bir ayırt edici rüçhaniyetinin kalmadığının farkına varamamışlardır: “Neden “Müslüman” olmak zorundayım?”
Buradaki temel yanılgı, sağlık alanında hastalıklar için zorunlu (farz-ı kifâye) olan “Tıp Bilimi” ve “Doktorluk” mesleğinin gerekliliği, her bir birey için kendi bedenini tanıma ve sağlığını koruma sorumluluğunun-zorunluluğunu (farz-ı ayn) ortadan kaldırmadığının görülememesidir. Dinde-ahlakta ise bu yanılgı, mezhep/taklit ve dogmanın, vicdanın yerine geçirilmesidir. Yukardaki kaynaklar (Edille-i şeriyye), ”Dalalette (hasta)” olan şahıslar için “ilaç/şifa-hidayet” olarak lüzumludur; sıradan-sağlıklı-sokak insanı için ise, sadece rahmettir; zorunluluk değil. Asıl olan, mü’minin “Fetva”yı kendi vicdanından almasıdır. Allahtan ve kullarından utanmasıdır. “Kılıfına uydurarak”, “Kitabına uydurarak”, “Hile-i Şeriyye”ler ile pislik (haram-günah-kötülük) yapmak değil. Hz. Muhammed: “Beni, Hud Suresi ihtiyarlattı” demişti. Hud Suresinde Hz. Muhammed’e verilen direktif: ”Emr olunduğun gibi: dosdoğru ol.” (11/112) buyruğu idi. Verdiği kararlarda “Acaba isabet ettim mi?” kaygısı, onu ihtiyarlaştırmıştı, saçlarını ağartmıştı. Marifet, hesabî olmak değil; hasbî ve muhasibî olmaktır.
Sünnilikte vicdanı dumura uğratan hususlardan biri de, Eş’ariliğin ortaya koyduğu “Kadercilik” teorisidir. Bu teori, sıradan müminlerin sorumluluk için zorunlu olan özgür iradelerini felç ederek, Onu Allah’ın iradesi içinde boğarak, yok ederek (la faile illallah, la hâlike illallah), insandaki vicdanın sönmesine neden olmuştur. Mu’tezile ve Matürîdîlik, her ne kadar özgür iradeyi temellendirmeye çalıştılarsa da, Sünniliğin tarihinde –siyasal iktidarların desteği ile- cebri savunan Eş’ârîliğin görüşü, egemen olmuştur: Alın yazısı, kader, kısmet, nasip, talih, felek…
Sünnîliğin vicdanı tahrip eden önemli mekanizmalarından biri de, bir Şeyh’e –gassalın elindeki ölü gibi- teslim olan müritlerden oluşan “Tarikat” örgütlenmeleridir. Kendiliğe(nefse) kök söktürerek, doğal içgüdüleri öldürmeyi, elinden geliyorsa bir ideal olarak Şeyh’de veya Tanrı’da yok olmayı (Fena) salık veren; dünyadan yüz çevirerek zühd, riyazat ve çileciliği yaşam tarzı olarak öneren nihilist bir öneri.
3- SONUÇ
Gerek tarihi süreç içinde gerekse günümüzde, Müslüman bireyin yeterince özgür, gümrah, kahraman, ahlaklı, sorumlu, üretken, tetikte/teyakkuzda ve atılgan olamayışının nedeni, yukarda ortaya koyduğumuz “Kaynaklar” ve de “Kader” teorileri olsa gerek. Geleneğin güven veren yatağı, alışkanlık ve tembellik düşüncenin durmasının ve vicdanın dumura uğramasının önemli nedenlerindendir. Yerleşik kanaatlerin ömrünün uzunluğu (tarih), yaygınlığı (toplum) ve ölü temsilcilerinin gözden ırak olmaktan doğan devasa gölgeleri, müminlerin düşünceli ve vicdanlı olmalarını engelleyen bir başka husustur. Kur’an, insanları mevcut (cahiliyye), kökleşmiş, katı, dogmatik, taklitçi, gelenekçi bir dinsel-kültürel-ahlaki yapıdan çıkararak özgürleştirmek istiyordu. Müslüman birey, ne “Tağut”tur ne de “Zahit”. Ne mustazaftır; ne de müstekbir. O Mücahittir, Müçtehittir, Muhsindir, Muslihdir, Müşfiktir, Muksittir, Merhametlidir… Bu nitelikleri kazanmanın yolu da, Allah’ın tekvini ve tenzili ayetlerini okuyarak-düşünerek vicdanını sürekli diri tutmaktır: “Sen (Hz. Muhammed), ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin” (36/70). “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” (Z. Gökalp).