‘Kavga Günleri’ kitabının yazarı A. Yağmur Tunalı, Cumhurbaşkanlığı ve Kültür Bakanlığı tarafından verilen devlet ödüllerine dönük eleştirilerde bulunuyor.
Sosyal parçalanmanın göstergeleri bütün hayatımızdadır. Gören, bilen, anlayan için açıktır ve kabul edelim ki perişanlığımızın acı fotoğraflarıdır. Kendi kompartımanlarımızda yaşıyoruz. Bizde her konu bir bölünme ve dolayısıyla bir kavga meselesi haline geliyorsa düşünmek lazımdır. Siyaset ve fikir gruplaşmaları gayet normaldir. Canlılığa ve verimliliğe işaret eder. Değişme ve gelişmenin tabii sonucudur. Daha ileri gidelim, milletler gibi, milletler içindeki farklı bakışlar ve farklı düşünüşler de yaradılış gereğidir. Bu tabii halin gayri tabii yaşanması, saplantılara yol açarak düşünceyi boğuyor, kargaşaya ve kör kavgaya yol açıyorsa düşünmek lazımdır. Şu veya bu fikirde olanların, o veya bu cemaatin, şu üniversitenin, bu aydınlar grubunun ortaklaştığı durum bu ise düşünmek lazımdır. Galiba biz bunu düzeltememekte ayak direyen bir memleketiz.
İÇİ BOŞ SLOGANLAR
Üç beş sloganın peşinde ve kendi çıkarının güdümünde yürüyen, içgüdülerine mahkûm kalabalıklar haline geldik. Bu toplumdan çıkan elitler de seçkinlerden beklenen ahlaka sahip olamıyor. Namuslu davranmak zorlaştıkça zorlaşıyor. Suçlar kabahatler normalleşiyor, iyiler ve iyilikler kovuluyor, negatif seleksiyon (kötüyü seçme ve öne çıkarma) normalleşiyor. Hayali bir durumdan bahsetmiyorum, kimse kusura bakmasın, biz şimdi tam bu durumdayız. Bundan dolayı objektif ölçüler bizde geçer akçe değil. Uzun zamandan beri değil. Düzgün insanların bir araya geldiği adacıkları da bombalayan bir kötülük çemberi içinde gün günden sıkışıyoruz. İyi olması gereken işlerimiz de bu kötülüğün zehrinden kurtulamıyor. Ölçüsüzlük, değersizlik kök saldıkça bozuldukça bozuluyoruz. Kültür hareketlerini kendimi bildim bileli takip ederim. Benim kısa hayatımda yaşanan değişmeler bu konuda da birkaç nesilde yaşanmayacak çaptaydı. Biz bu konulara adaptasyon yollarını aramak yerine iletişim çağının imkânlarını kavgalarımızı derinleştirmekte kullandık, kullanıyoruz. Bozgunu derinleştirmekte kullanan ahlak düşkünlüğü hâkim hale geldi.
DEVLET ÖDÜLLERİ
Sayın Cumhurbaşkanı, hemen her yıl “Kültürde sanatta, eğitimde başarısız olduk..” der. Çok önemseyerek sıkça tekrarlıyorum. Bu sözü acı bir itiraf gibi almak lazım. Ne demeye geldiğini fark etse söyler miydi, bilmiyorum. Çünkü bunu dedikten sonra “..şunu başardık, bunu başardık…” demek mümkün değildir. Bu başarısızlık topyekün başarısızlığı ve hatta yıkımı getirir. Çünkü ölçü ve ayar kalmaz. Çünkü ölçüyü, ayarı veren kültürünüzdür.
Bilenler bu sözleri böyle de değerlendirip olumlu bir tartışma açmalıydılar. Açılmadığına göre uykudayız, bir söz tesir edecek halde değiliz. Sanırım bunları bir küçük kitap hacmine ulaşacak şekilde bendeniz çeşitli yayın organlarında yazdı.
Kısadan gidelim: Kültür bakanlığı ödüllerine, Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen devlet ödüllerine bakalım durumu anlarız. Neye göre, niçin ve kime verildiğine bakarak anlarız. Nasıl verildiği ayrı bir ölçü verir, oradan da anlarız. Çok övündüğümüz restorasyonların ne kadar kötü ve yanlış yapıldığından anlarız. Hatırlayın, daha birkaç yıl önce Galata Kulesi’ne kazmalar nasıl dalmıştı. Eski eserlerimizi yeniden ve yeni bir şey yaparak, asliyetini bozarak ağlanacak hale getirdik. Büyük cinayettir. İçerde dışarda iyi denecek restorasyon ben görmedim, varsa bilenler beni aydınlatırlarsa çok memnun olurum. Sonra kime değer verdiğimize bakarak anlarız. Kimleri kültür ve sanat adamı gördüğümüzü hatırlayın, kimlere destek çıktığımızı, kimleri ayağa kaldırmaya çalıştığımızı, pohpohladığımızı hatırlayın!
DEVLET ÖDÜLLERİNİN YAKIN TARİHİ
Devlet ödülleri Turgut Özal’a kadar az sayıda sanatkâra verilirdi. Doğrusu buydu. Bu unvanın değeri dünyanın her yerinde en yüksek yerdedir. Batı ülkelerinde bu ödülün veya karşılığı nişanların, madalyaların verildiği kimselerin sayısı yüzyıllar içinde bile onlu rakamları geçmez. İsimleri nesilden nesile anılır. Mesela Fransız Akademisi(Académie Française)’ne girişte büyük nutuklar verilir. Bunlar basılır ve konularında herkesin dikkate alacağı klasikler halinde okunur, faydalanılır. Bakılacak örnekler onlardır. Bizim tarihimizde de çok güzel örnekler var. Onlardan da faydalanılabilir.
Bizde Devlet sanatзılığı özel bir statü halinde düzenlenmişti. Önce Batı müzikçisi sanatçılar devlet sanatçısı seçildiler. Sonra tiyatro, bale ve opera sanatçıları bu gruba girdi. Seçilenler hakikaten hak eden isimlerdi. Seviye gözetilirdi. Yalnız, büyük ekseriyetle Batı Müziği mensupları ve o kültürle eser verenlerin seçilmesini eleştirirdik.
Kültüre bakışımızdaki o eski darlık ve -hadi adını doğru koyalım-yobazlıktan çok canımız yanmıştı. O yıllarda, kendimize yabancılaştığımızı, kendi yarattığımız yüksek kültürü unuttuğumuzu yanarak söylerdik. Mesela bir Türk Mûsikîsi mensubunun 1980’den önce devlet ödülü alması hemen hemen imkânsızdı. Onlar kendi aralarında çalsınlar, söylesinler ama yüksek seviyede desteklenecek, ödüllendirilecek Batı müziğidir, deniyordu. İlk defa bir Türk Müziği sanatçısı 1989 yılında o listeye girdi.
KLASİK MÜZİK
Bu konuyu döne döne konuşmak lazım. Çünkü aynı terim ve kavramlarla konuşulmaya devam ediliyor. Onlara göre, diğerleri gelişmemiş, geri kalmış “geleneksel müzik”lerdi. Dolayısıyla bunlara devlet ödülü verilemezdi. Değeri neydi ki ödül verilsin. Bakış bu olunca yapana yanlış görünmez.
Atatürk, Cumhuriyet ve inkılap kelimeleriyle kurulan cümleler hep bu çerçevede olunca tartışılmaz hale getirildi. Zihinler dondu. Türkülere karşı açık bir tavır yoktu. Genel kabule göre, -Ziya Gökalp’ın da dediği gibi- türküler geleceğin çok sesli müziğinin ham maddesiydi. Türk müziğinin okumuşlar eliyle yaratılan ve Batı sanat müziğiyle beraber dünyanın en gelişmiş müzik sistemi dikkate alınmıyordu. Onunla savaşılıyordu. Sanat müziği kimliğinin o tür Türk müziğine verilmesini engelleyemedikleri için “klasik müzik”, “geleneksel müzik” ayrımını getirdiler. Türkiye bu konuları yeterince konuşmadığı ve belli ölçülerde anlaşılamadığı için kampçılık devam ediyor ve hala sanata sanat olarak bakamıyoruz.
KAVGAYI KÖRÜKLEYEN
Bizde kendisini dinle tarif eden grupların müzik, resim, tiyatro, opera gibi dertleri yoktur. Kültür deyince ne anladıkları da buradan anlaşılabilir. Şimdi böyle adını koyarak devlet ödüllerine dair birkaç söz etmek isterim.
Cumhurbaşkanlığı ödülleri bir felaket. Bir türlü kabul edilebilir veya en azından anlaşılabilir bir ölçüyü bulamadık. Yanlışlara yanlışlar eklendi. Kötü daha kötü hale geldi. Zaten yeni iktidarımızın yaz-boz rejiminde, değiştikçe değişen eski usuller toptan reddedildi. Yerine konanlar usul haline gelemedi. Çünkü yıldan yıla değişenleri oldu. Uygun olan da olmayan da durmadan değişti. Kalıcı bir uygulamaya dönüşemedi. Devletler böyle hareket etmezler, kolay karar vermez ve kolay değiştirmezler. Biz bunu da yapar olduk. Ödüller konusuna kadar tesir eden bu ölçü ve değer zaafı, - bilirsek- her şeyi yıkar ve yapmayı düşünmeye zaman ve fırsat bırakmaz.
Ödül vereceklerimizi de seçemez oluruz. Bilenler bilir, bütün dünyada devlet ödülleri akademik musikiye verilir. Popüler kategoriler devlet çapında ödüllendirilmez. Bilim ve sanat ödülleri, alanlarında dünya çapında işler görenlere verilir. Devlet, seviye gözetir. Devletin tepesinde bu seviye süzülmüş hale gelir. Piyasa ödüllendirilmez. Onu yapacaklar vardır. Halk dalkavukluğunu abartan siyaset, kültür, sanat ve bilim alanını devlet hayatına taşıyamaz. Düzgün işleyen rejimlerde -adı ne olursa olsun- bunlar olmaz.
SON ÖDÜLLER
İki ana kategori var. Yaşayanlara verilenler ve vefa ödülleri. 2023 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü bilim alanında Süleyman Uludağ, kültür alanında Ali Birinci, müzik alanında Emel Sayın, resim alanında İlhami Atalay, karikatür alanında Hasan Aycın, sinema alanında Sami Şekeroğlu, dijital sanat alanında Refik Anadol, mimari alanda Sinan Genim, edebiyat alanında da Nazan Bekiroğlu aldı. Attila İlhan, Barış Manço, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Muhsin Ertuğrul ve Samiha Ayverdi de Vefa Ödülü’ne değer görüldü. Bir kere dokuz kişiye birden büyük ödül vermek ödülün küçüklüğünü gösterir. Vefa ödülleri de beş kişiye verildi. Bu da olacak iş değildir. İki ödül grubunun aynı listede açıklanmasının yanlışlığı yanında, ödül verilenler arasında seviye farklarının büyük oluşu da konuşulacak bir meseledir. Emel Sayın’ı örnek vererek yazdım. Başka isimleri incitmeyeyim, onun gerekçesini söyleyeyim, Nevzat Atlığ’a, Niyazi Sayın’a, Alaaddin Yavaşça’ya verdiğiniz büyük ödülü ona veremezsiniz. Ona başka bir ödül ihdas eder ve verirsiniz.
ÖDÜL TÖRENİ
Tören, büsbütün utandıracak bir organizasyondu. Üç bölümde icra edildi. Önce ödül verilenlerle ilgili kısa tanıtım videoları verildi. Sonra Cumhurbaşkanı uzun ve doğruları çok çok, yanlışlarla dolu, yanıltıcı bir konuşma yaptı (Bir devlet başkanına böyle bir konuşma yazılmaz). Son bölümde de ödüller ve beratları verildi.
Genel havayı söyleyeyim: Bu tören, bugüne kadar yapılan kötülerin en kötüsüydü. Kültüre, sanata, bilime nasıl baktığımızı, zerre değer vermediğimizi, o büyük dediğimiz insanları konu mankeni halinde kullandığımızı gösterdi. Böyle bir rezalet sahnelendiğini düzenleyiciler fark edemedilerse durum gördüğümüzden de vahimdir. Bilseler yapmazlardı. Kendilerini açık ettiler. Gerçi bunu dedikten sonra başka bir değerlendirmeye gerek kalmaz ama ayrı bir yazıda incelenecek birkaç maddelik temel ârıza vardı. Birini söylemem yetecektir.
Ödül alanların sahneye çağrılması bir koşturmacaydı. Alelâde bir törende bile olmayacak bir işti. Ödül alan o büyükler, Cumhurbaşkanı’nın yanında yarım dakikada ödüllerini alıp çekildiler. Ödül verilirken, bir diğer büyük anons ediliyordu ki sahnedeki daha beratını alacaktı. Bu büyüklerin bir söz etmesine izin verilmedi. Görülmüş ve olacak şey değildir. Sadece, ödülünü vekâleten alan hanımın Sami Şekeroğlu’nun gönderdiği notu okumak isteyişine Cumhurbaşkanı izin vermek durumunda kaldı. Siz buna sanata, bilime, ödüle, devlete yakışan bir uygulama diyebilir misiniz?
PEKİ NE OLMALIYDI?
Cumhurbaşkanı devleti ve milleti temsil eder. Yeri en yukardadır. Bu ödül verilen büyükler karşısında bizi biz yapan sizlersiniz anlayışına sahip bir büyüklük göstermeliydi. Biz bunu hissetmeliydik. Gelenek ve gerçek budur. Örneği vatandaş seviyesinde kendimizden vermemi mazur görünüz, biz bunu o törenden altı gün önce yaptık. 14 Aralık’ta DTCF Fвrвbо Salonu’nda Emine Işınsu Roman Ödülü’nü çok güzel bir törenle verdik. Orada, paneli açarken planlamadığım bir giriş yaptım. Salonda her meslekten seçkin bir topluluk ve öğrenciler vardı. Dedim ki: “Sanat karşısında hepimiz eşitiz. Yalnız bu eşitlik sanata gцre aşağıda bir yerdedir ve bildiğimiz, anladığımız ve sevdiğimiz ölçüde yerimiz ve değerimiz belli olur.” Orada iki saat boyunca bu ruh esti. Çünkü edebiyata saygı hisleriyle oradaydık. Gönül, bu manayı Cumhurbaşkanlığındaki törende de hissetmeyi isterdi.