Görüşler

Türkiye’nin kronikleşmiş ‘iç-düşmanlık’ yaraları ve tedavisi

Türkiye’nin kronikleşmiş ‘iç-düşmanlık’ yaraları ve tedavisi

‘Vicdan Böyle Buyurdu’ kitabının yazarı İlhami Güler “Devlet insanların can, mal, din, nesil ve onurunu korur. Devlet’in ‘şiddet tekeli’ ve egemenlik hakkını meşrulaştıran hususlar bunlardır. Ancak kimlik oluşumu sivil olarak topluma bırakılmalıdır” diyor.

İLHAMİ GÜLER YAZDI

Türkiye’de halkın kahir ekseriyeti huzur-sükûn, güven, refah, dayanışma ve birlik-bütünlük isterken; mevcut bazı politik-ideolojik ve dinsel-teolojik tutumlar, bunu parçalamaktadır. Bunları başlıca üç madde halinde toplamak mümkündür. 

I-ÇATIŞMALAR 

1-Etnik-Milliyetçi Çatışma 

Bu çatışma ve düşmanlık durumu, Devlet ile PKK arasındadır. Türkiye devletinin, milliyetçi ideolojiye dayalı olarak “Ulus-Devlet” halinde kurulup bu devlete “Türk” kimliği ve dili verilmesi, bu topraklardaki gayri Türk etnik grupların çoğunluğu tarafından benimsenip içselleştirildiği halde en büyük grup olan Kürtler tarafından tamamıyla benimsenmedi ve 1980’lerden itibaren PKK ortaya çıktı. Bu çatışma, modern Ulus-Devlet’in ontolojik ve etik doğasına içkindir. Çünkü ulusal sınırlar içinde egemen olan etnik-dilsel grup -veya onun adına hareket edenler-, diğer azınlıkları kendinde eritmeye mecburdur. Diğer türlü, onlar da devlet isteyeceklerdir. Avrupa-ABD ve Rusya bu sorunu, Federal, Kon-Federal, Özerk Yönetim ve Eyalet sistemleri ile nispeten çözmüştür. Diğer (Doğu) toplumlar ve devletler çözememişlerdir. Sorun devam etmektedir. 

2- Teolojik/Dinsel-Politik Çatışma 

Bu Çatışma, AK Parti ile FETÖ arasında yaşanmaktadır. Bu çatışma, Osmanlıda olduğu gibi, meşru-merkezi siyasi hegemonya ile kendinde güç hissettiği zaman ortodoksiye 19 kez başkaldıran Mehdi-Şeyh merkezli Tasavvuf/Tarikat arasındaki kavganın devamı olarak yaşanmıştır. 17-25 Aralık, Tape’ler, 15-Temmuz, FETÖ’nün iktidardaki AK Parti’ye karşı giriştiği politik çatışma ve düşmanlık örnekleridir. Daha sonra, AK Parti, FETÖ üyelerini yakalama ve yargılamalarla buna cevap verdi. 

3- Politik-İdeolojik Çatışma 

Bu çatışma, AK Parti ile CHP’nin tabanlarından ziyade politik kadroları ve medya trolleri arasında yaşanmaktadır. CHP, Ulus-Devlet’in ideolojik savunucusudur. AK Parti ise, devrimler esnasında ideolojik-teolojik mağduriyete uğrayan muhafazakâr halkın-kitlenin temsilcisidir. Muhafazakâr kitlenin Menderes (DP), Demirel (AP), Erbakan (MSP-SP), Türkeş (MHP) ve Özal (ANAP) gibi temsilcileri, Ulus-Devletin bekçileri olan CHP ve Askeri Bürokrasi (Vesayet Rejimi) ile doğrudan politik çatışmayı göze almamışlardı. AK Parti de, ilk on yıllık iktidarında bunu göze almamıştı. Daha sonra Fethullah ile işbirliğine girerek bu rejimi tasfiye etmeye giriştiler. Bundan sonra, CHP’nin politik kadroları ile AK Parti’nin politik kadroları ve medya trolleri arasında militan bir münaferet ve “düşmanlık” durumu oluştu. 

II-ÇATIŞMALARI AŞMA 

1- Türkiye (Anadolu), Osmanlı imparatorluğundan Türklerin hâkimiyetinde kalan son toprak parçası olduğu için, Türkler, buranın parçalanmasına asla izin vermeyeceklerdir. Kürtler ise, Irak ve Suriye’de oluşturdukları “Kanton”lardan birini de Türkiye’de oluşturmak istemektedirler. “Ulus-Devlet”, onların da ideali olmuş durumdadır. Bu vaziyette bu çatışmayla nihaye devam edecek gibi görünüyor. Çatışmayı çözmenin yolu, Türkler ile Kürtlerin tarihsel, kültürel, duygusal, dinsel ortak kimlik özelliklerine yaslanarak, onların istediği onursal-dilsel kimlik haklarının kendilerine iadesidir. Bundan ötesi, nâdanlıktır. Benim “Evrensel Ümmetçilik” ve “Rahmani Siyaset” dediğim teorinin gereği budur. Ulus devletin ideolojik aygıtlar (okul, polis, ordu, üniversite, sosyal bilim, hapishane, çekirdek aile, milliyetçilik) kullanarak ülke sınırları içinde bulunan etnik ve dinsel grupları tornadan geçirerek aynılaştırma politikası, zorbalıktır ve ahlaken yanlıştır. Ulus Devlet çağında –Küreselleşmeye ve Turizme rağmen- Ülke sınırların içinde yaşamaya mahkûm/mecbur olduğumuza göre ve yaşam bir “yolculuk” ise; “Aynı Gemide” yolculuk yapmak zorunda olduğumuz gerçeğinden kalkarak, medeni bir yaşama kuralları raconu (Anayasa-Toplum Sözleşmesi) yapabiliriz. “Geniş Aile” dönemlerinde “Evde-Yuvada” yaşıyorduk; şimdi “Çekirdek Aile” olarak “Yurtta, Otelde, Gemide” kalıyoruz. 

2- FETÖ ile AK Parti arasındaki politik çatışmanın teolojik temellerine “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” kitabımda yeterince değinmiştim. Osmanlı döneminde “Tarikat”, Cumhuriyet döneminde ise “Cemaat” tarzında örgütlenen dinsel gruplar, devlete destek oldukları gibi; epeyce de köstek olmuşlardır. Bular, Devlet içinde “devlet”; Din (İslam) içinde “din (mistisizm)”dirler. Osmanlı dönemindeki yaklaşık otuz ayaklanmadan 19’u tarikatlar tarafından çıkarılmıştır. Bu yapıların “Batınî” epistemolojileri, hiyerarşik örgütlenme tarzları ve katı dinsel-dogmatik tutumları, egemen bir devlette daima “güvenlik” problemi teşkil etmektedir. Egemen devlet tarafından bunların” “Güvenlik Eşiği” tahmin edilemediğinde isyan girişiminde bulunmaktadırlar. FETÖ olayında da aynısı tekrarlanmıştır. Demokratik bir yapıda bu tür yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir pozisyonda tutulması esastır. Ayrıca İlahiyat Fakültelerinde Osmanlı döneminde devletin neredeyse “ortağı” olan bu yapıların akademik bir analizi ve teolojilerinin sıkı bir yapı sökümünün yapılması gerekir. Yarın, bir başka Tarikat veya Cemaatin FETÖ tarzı bir eyleme girişmeyeceklerine kimse garanti veremez. 

3- Modern Ulus Devlet öncesi (Osmanlıda) “Devlet” tarafından değil; otoritesini çoğul ulemanın oluşturduğu “Şeriat” tarafından “oluşumu sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir halde birbirine karışmasına izin vererek; bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar boyunca sürmüş” (Wael Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019 s 174) kimliğin (Ahali-Teba), Ulus Devlet tarafından, son derece radikal-sert yaptırımlarla (devrimler-cezalandırmalar) bir örnek ‘vatandaş’a dönüştürülmesi (“Vatandaş, Türkçe konuş”) gayri Türk unsurlarda ve muhafazakâr halk yığınlarında ciddi travmalar yaratmıştır. Bu travma, halkta herhangi bir isyana dönüşmemiş olsa da, ciddi uçuklamalar-içerlemeler yaratmıştır. Osmanlı “Millet Sistemi”nde bütün kimlikler, özgürce oluşmuş ve özgürce yaşamışlardır. Modern “Türkiye”de de -Resmi Dil Türkçe olmak kaydıyla- mevcut dillerin korunması ve konuşulması hatta “Ana dilde eğitim” bile mümkündür. Yeter ki, “birlikte/ümmet (maslahat icabı birliktelik) olma” iradesi sarsılmasın. 

4- 1950-2000 arasında muhafazakâr halk, kendini temsil edecek “lider”ini aramış ve iki binlerin başında da bulmuştur. Bundan sonra da taleplerini daha sahici/siyasi olarak aramış ve almıştır. Bu tutum, “Vatandaşlaşmış” seküler bireylerde bu lidere, onun bürokratik siyasi kadrosuna ve medyadaki temsilcilerine (nam-ı diğer “troller”ine) karşı bir hınç-düşmanlık durumu yaratmıştır. Buna devletin ekonomik imkânlarının el değiştirmesinin yarattığı kıskançlık, kin, nefret ve düşmanlığı da ekleyelim. 1925-2000 arasında muhafazakârlık Türkiyede “dip dalga” olarak sürekli varlığını sürdürür iken; laiklik/sekülerlik “yüzey sörfü” olarak var oldu. 2000 sonrasında muhafazakârların iktidarda ortaya koydukları dinsel-ahlaki performans, Laikliği/sekülerleşmeyi (“Deizm “tartışmaları) dip dalga; muhafazakârlığı yüzey sörfü haline dönüştürdü. 

5- İmparatorluk yapı tarzlarının dağılmasından sonra İslam dünyasında oluşan seküler “Ulus Devlet” yapıları Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan, Afganistan…da “İslami Ulus Devlet” yapılarına dönüştü ve Ulus Devletin ideolojik aygıtları (okul, üniversite, polis, medya, ordu, hapishane, aile ve din eğitimi…)  yani  “Kimlik Teknolojileri” ile yeknesak “mümin” bireyler oluşturmaya çalıştılar. Hepsinde de benzer ahlaki-politik sorunlar, iç-çatışmalar ortaya çıktı. 2010’un başlarından itibaren de Türkiye’de benzer öykünmeler olmaya başlandı. Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik”  bakış açıma göre “Devlet”, Şeriatın umumi maksatları olan insanların can, mal, din, nesil ve onur (namus)unu korur (makasidu’ş-şeria). Devlet’in “şiddet tekeli” ve egemenlik (yönetme) hakkını meşrulaştıran hususlar bunlardır. Kimlik oluşumu, sivil olarak topluma bırakılmalıdır. (Ulus veya İslami) “Devlet” aygıtının ve “Siyasi Otorite” nin zorla, kapatarak, eğip bükerek (okul-eğitim) “kimlik” oluşturma hak ve yetkisi olamaz. Din ve Tanrı gibi soyut bir varlığın insani-teolojik bir imajına/resmine/tasavvuruna “mutlak olarak O olduğu” vehmi ve devlet aygıtı ile buna uygun toplum veya insan yetiştirme gayreti, kaçınılmaz olarak şiddeti ve totalitarizmi (İslamcılık) doğurmaktadır. Dinin örgütlenmesi (Kilise, Diyanet, Tarikat, Cemaat, Parti…) müminlerin “Profesyonelleşmesi” dir. Oysa sahici dindarlık, amatör bir ruh gerektirir. CHP ve Ak Parti, jakoben, militan, toplum mühendisi, mücahit/muvahhit karakterleri ve “Devlet” sopası, maşası, okulu, hapishanesi, polisi, ordusu…ile insan eğitmekten ve “makbul vatandaş” yetiştirmekten vazgeçmelidirler. “Milli Eğitimin” ahlaken meşru tek gayesi olabilir: İnsanın “insan” olma potansiyel kabiliyetlerini açığa çıkarma ehliyetini onlara kazandırmak. Gerisi, “Allah, kerim”: Kendiliğinden gelir. 

 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir