Hukukçu Nimet Demir “Nesnel yasa halkın eseridir. Yasanın, söz ile buluşması kolay olmadı. Bunun için çok uzun bir eğitim, olgunlaşma ve özgürleşme sürecinden geçmesi gerekti” hatırlatmasında bulunuyor.
Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi. (bu yüzden) Habeşler tanrıların kara ve basık burunlu, Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını söylerler.”(1) Yunan Filozof Ksenofanes yukarıdaki satırları, Homeros ve Hesiedos’un insan biçimci ve çoktanrıcı anlayışlarına itiraz sadedinde kaleme almıştı. Esasen kaleme alınan metnin mantıksal kurgusu, itiraz edilen insanbiçimci tanrı anlayışını cerh etmek yerine, onu doğrulamaktadır. Ksenofanes itiraz ediyor gözükse de, farklı diye ortaya koyduğu kendi Tanrı tasvirine baktığımızda, seleflerinin Tanrı anlayışını aşamadığını görürüz. Onun farklı Tanrısı; daha ahlaklı olmakla beraber, bütünüyle göz, düşünce ve kulaktan ibarettir. Bu tasvirde, biçimden sarfınazar edilse de, öznitelikler itibariyle yine insan odaklı bir tanrı söz konusudur. Bu anlayış günümüz itibariyle de aşılmış görünmüyor. Tek Tanrılı dinlerde de aynı yaklaşım biraz daha rafine edilmiş haliyle devam ettirilmiştir.
Mesela Kelam İlminin Allah’ın esma ve sıfatlarıyla ilgili bahsine bakılabilir. İnsanın yaratıcısına ilişkin ortaya koyduğu anlayış, kendi eseri içinde geçerlidir. Hem somut, hem de soyut âlemde insana benzer varlık yaratma peşindeyiz. Yani insanbiçimci tanrı tasavvurumuzu, insanbiçimci eser yaratmaya taşıdık. Bilindiği gibi fiziksel olarak en büyük eserimiz yapay zekâdır. Bilim adamlarımız bilinçli, kanlı ve canlı bir robot yapma hayaliyle yanıp tutuşuyorlar. Başarırlarsa artık dünyayı kullanmaya yönelik zekâ aktivitesi de dâhil olmak üzere kendimizi tüm fiziksel yükümlülüklerden azade kılabiliriz. Bir diğer anlatımla kenara çekilip, eserimizin eser yaratmasını seyrederiz artık. Soyut âleme baktığımızda ise insan devleti yarattı. Devlet, başlangıçta ‘’insan, insanın kurdudur’’ anlayışının ürünü bir Levithan şeklinde vücut bulduysa da, Spartküs gibi terbiyeciler onu kısmen ehlileştirdiler.
Kant’ın ‘’Ebedi Barış’’ diye tarif ettiği tam insancıl bir devlet oluşturabilirsek, bu kez tıpkı Dostoyevski’nin ‘’Karamazov Kardeşler’’ romanındaki Kardinalin Hz. İsa’ya dediği gibi tüm sorumluluklarımızla beraber özgürlüğümüzü de rahatça tevdi edecek bir merci bulmuş olacağız(2). Dağıttım galiba. Sadede, yani iktidarın yasaya intikali serüvenine dönelim.
YASANIN GÖZÜ
Michael Stolleis ‘’Yasanın Gözü’’ ismini verdiği kitabında, Mısır Tanrısı Osiris’ten günümüze kadar gözün iktidar ekseninde simgesel anlamlarına değinir. İktidarın sübuti sıfatlarından biri de elbette ki gözdür. İktidarın Tanrıdan hükümdara, ondan yasaya intikalindeki süreç, göz için de caridir. Başlangıçta Tanrının gözü tarassutta iken, sonrasında nöbet hükümdara geçti.
En nihayetinde yasada karar kıldı. Göz, tüm bu aşamalarda hep toplumun korunmasını simgelemiştir. Friedrich Schiller’in bu işleve değinen ünlü Çan Şarkısını hatırlayalım; ‘’…Karanlıklar/ Örtse de yeryüzünü/ Yurttaş güvendedir/ Menfurca kötülükleri uyandıran gece/ Korkutamaz kimseyi/ (Çünkü) Yasanın gözü nöbettedir.’’(3) Gözün bu işlevinden olmalı ki, Ceza Usul Yasamızda ‘’gözaltına almak, gözlem altında bulundurmak’’ gibi işlemler koruma tedbirleri kapsamında mütalaa edilmiştir. Göz gibi kulak da iktidarın sıfatlarındandır. Gerçi Stolleis kitabında ‘’yasanın kulağından’’ bahsetmez, ancak biz ‘’yasanın gözü’’ için serdedilen görüşlerin ‘’yasanın kulağı’’ için de aynen geçerli olduğunu belirtelim. Nitekim Ceza Usul Yasamız ‘’dinleme, teknik takibe alma’’ gibi işlemleri de koruma tedbirleri cümlesinden sayar. Bütün bunlar normal iktidarların göz ve kulağıyla ilgiliydi.
Ancak saf olmayalım, tabi ki her zaman koruma maksadı güdülmez. Bazı anormal iktidarlar, göze, ilaveten röntgencilik yaptırırken; meraklıları ise, kulağa, dedikodu malzemesi temin etme görevi yükler. Otoriter yönetimler bahsi diğerdir. Göz ve kulak bu yönetimlerde tecessüs işlevine bürünür. Sokakta, evde, hatta yatakta bile ne yaptığımıza bakar, ne söylediğimizi dinlerler. Böyle yönetimlerde kamusal, özel ve gizli hayat diye bir şey kalmaz. İktidar, kendi korkusunu, bütün bir topluma sirayet ettirir.
Yasanın gözünden başladık, kulağına değindik; ancak asıl varmak istediğimiz nokta, yasanın sözüdür. Göz ve kulak kurulu bir düzenin güvenliğinde iş görür. Oysa ‘’söz’’ kurucu unsurdur, yaratıcı özelliğe sahiptir.
SÖZÜN GÜCÜ
Sözün önceliği, gücü ve yaratıcılığı en iyi kutsal metinlerde ortaya konur. Mesela sözün önceliği tartışılmazdır. Yuhanna İncil’i bu hususu ‘’Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı’’ şeklindeki ilk ayetleriyle ortaya koyar. Yine sözün yaratıcı/teshir gücü vardır. Nitekim Kur’an, kâinatın yaratılışını ‘’ol dedi, oluverdi’’ ayetiyle izah eder.
Kâinata baktığımızda varlığın yaratılışından başka temyiz ve tercihi ortaya koyan bir kozmosun varlığını müşahede ediyoruz. Demek sözün muhtevasında teshir dışında temyiz ve tercihte var. Sözün bu kapsayıcılığından olmalı ki, Kur’an’ın ‘’ol dedi, oluverdi’’ ayetini tefsir eden bir İslam Âlimi ‘’söz; ilim, irade ve kudreti içinde barındırır’’ tespitinde bulunur. ‘’Ol dedi, oluverdi’’ ayetinde yaratılışın tek taraflı bir iradeyle vücut bulduğu görülmekteyse de, esasen bu oluşun Kur’an’a yansıyan şekliyle Bezm-i Elest’te (sohbet meclisinde) Tanrı ile insan ruhu arasında akdedilen bir sözleşmeye dayandırıldığını da hatırlayalım. Kozmos elbette yasalar çerçevesinde bir oluş demektir. Aldous Huxley kaleme aldığı ‘’Cesur Yeni Dünya’’ isimli distopik romanında, Tanrının kendini; modernlik öncesi çağlarda kutsal kitaplardaki gibi gösterirken, modernlik sonrasında ‘’yokluk’’ şeklinde gösterdiğine değinir. Oysa yokluk yerine yasa dese daha doğru olurdu kanaatindeyim. Yani günümüz dünyasında Tanrısal ilim, irade ve kudret kendini tabiat yasaları şeklinde izhar etmektedir.
Sözün toplum oluşturma gücü malumdur. Mitolojik dönemde Tanrılarca ilham edilen destanların toplum oluşturmada önemli bir görev üstlendiğini görüyoruz. Mesela Antik Yunan’da ilham perileri, bir diğer adıyla Musalar, toplumu birleştirecek sözleri, yetkin kişilere ulaştırıyorlardı. Nitekim İlyada ve Odysseia destanlarını Homeros’a, Theogonia’yı Hesiedos’a fısıldayan onlardı. Tek Tanrılı dinlerde de ilahi söz aynı işlevi günümüze kadar sürdürmektedir. 3500 yıldır Yahudileri bir arada tutan Eski Ahittir. Kıta Avrupa’sını bir Hristiyan kulübüne dönüştürmenin temelinde Yeni Ahit’in rolü yadsınamaz. Modern dönemin bu konuda geçerli akçesi ise toplum sözleşmesidir. Jean Jacques Rousseau’nun meşhur ‘’Toplum Sözleşmesi’’ görüşünü hatırlayalım. Günümüz itibariyle, hemen hemen tüm devletlerin yazılı bir toplum sözleşmesi, yani anayasası bulunmaktadır. Sadece toplum değil büyük küçük tüm birliktelikler verilen karşılıklı sözlerle kurulmaktadır. Sözlenmek, evlenmek, şirket kurmak, hatta alış-veriş yapmak bile buna dâhildir. Tüm bu birlikteliklerde müessis yasalardır.
NETİCE İTİBARIYLA
Nesnel yasa halkın eseridir. Yasanın, söz ile buluşması kolay olmadı. Bunun için çok uzun bir eğitim, olgunlaşma ve özgürleşme sürecinden geçmesi gerekti. Zira söz güç demekti. Ehil olmayana tevdi edilemezdi. Değerli ozanımız Yunus Emre sözün güç barındırma niteliğini ‘’Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı/Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz’’ mısralarıyla dile getirir. Tabi ki ilk söz Tanrılara aitti. Mitolojik dönemin İyonyasında ilham perileri, sözü, yetkin kişilere ulaştırıyorlardı. Mezopotamya ve Mısır’da ise iktidarda Osiris, Firavun, Gılgamış gibi sözün sahibi Tanrı Krallar vardı. Sami geleneğinde söz yine Tanrıya ait idi, ancak bu sözü peygamberlere ulaştıran ‘’kurucu ilke anlamında’’ namusu ekber namlı Cebrail devredeydi. İktidar; Musa, Davut, Süleyman gibi peygamber krallarındı. Sonrasında söz hükümdarların oldu. Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sözüyle Avusturya ve Fransa Krallarını dize getirişini hatırlayalım. Bu gücünden olmalı ki kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (zıllullahifi’lard) olarak nitelemişti.
En nihayetinde 2 Mart 1780 tarihli Massachusetts Anayasasının tabiriyle ‘’government by law and not by men’’ kişilerin değil yasaların yönetimine varıldı(3). Artık ilim, irade ve kudret yasanın sözünde mündemiçtir. Yine Tanrı ve hükümdarın yerine artık yasanın gözü ve kulağı nöbettedir. Son dönemde yasa yerine fermana ricatı andıran kanun hükmünde kararnamelerle işin kotarıldığı malum. Ancak bu beyhude bir yöneliştir. Yüz yılların oluşturduğu yatakta nehri tersine akıtmak mümkün değil. Hz. İsa’nın meşhur ‘’yeni şarap eski fıçıya konulmaz’’ sözünü hatırlayalım.
(1) Ahmet Arslan, İlk Çağ Felsefesi.
(2) Karamazov Kardeşler romanında olay; 16. yüzyılda Sevilla'da kilise karşıtlarının şehir merkezinde yakılmasıyla başlar. Hikayeye göre infazın ertesi günü Hz. İsa şehre gelir. Halkla birlikte kilisenin kardinali Büyük Engizötör'de onu görüp tanır. Hz. İsa'nın gelişi kilisenin varlığı ve kazanımları tehlikeye sokmuştur. Kardinal hemen Hz. İsa'yı yakalatıp hapse attırır. Akabinde kendi de hapishaneye gider. Hz. İsa'ya hitaben: "Niçin bizi engellemeye geldin? Sen insanlara, insanların basitlikleriyle ve doğal asilikleriyle anlamayı bile beceremeyecekleri özgürlüğü vaat ettin, ama onlar bundan korkar ve kaçarlar, çünkü bir insan için ve insan toplumu için özgürlükten daha tahammül edilmez bir şey yoktur... Bu talihsiz yaratığın (insanın) doğuştan getirdiği o özgürlük yeteneğini elden geldiğince çabuk ellerine teslim edeceği bir kimse bulmaktan daha önemli bir ihtiyacı olamaz. Kilisede biz bu ihtiyaca cevabız" der.
(3) Michael Stolleis, Yasanın Gözü, Ayrıntı Yayınları.