Görüşler

'Tâki bezm içre harîf-i la'l-i cânân oldı çay'

'Tâki bezm içre harîf-i la'l-i cânân oldı çay'

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay "Şehzâdebaşı'nın mahfilleri sadece kahvehâneler değildi, İmamzâde Şaşı Rıfkı'nın Turan Tiyatrosu'nun yanındaki kırtasiyeci dükkânı da, Şekerci Cemil'in dükkânı da birer mahfildi" diyor.

Milliyet gazetesinin 5 Ekim 1929 günlü nüshasında “Şehzâdebaşı bir mahalle değil, bir muhittir” diye yazan M. Salâhattin'di; ama vaktiyle o muhite kalbini bırakanlardan Burhan Arpad ise, '27 yılından sonra eski Şehzâdebaşı'nı uzaktan uzağa olsa bile anımsatacak bir izin kalmadığı kanısındaydı. Üstadımız, şehr-i İstanbul'un şeker şurubu Ramazan eğlenceleri, tiyatroları ve edebiyatçı kahvehâneleri bakımından elbette haklıydı. Bu hakikat tamam da, peki '30 sonrasındaki Şehzâdebaşı'nın sinemalarıyla edebiyatımıza bir mecâz-ı mürsel parantezi açmasına ne diyeceğiz? Belki de her neslin farklı bir Şehzâdebaşı efsanesi vardı, bu yüzden Ahmed Rasim'in yaşıtları için Fevziye Merkez Kıraathânesi ne kadar önemliyse, Zühtü Bayar'ın İspitalya Bahçesi'nden arkadaşları için de Turan Sineması'nın o kadar önemli olduğuna inanıyorum.

Fevziye Kıraathânesi'nin sonrası için çok şey karıştırılarak yazıldığından, bir iki ismin dışındakilere itibar etmeyin derim. '30'da Fevziye Kıraathânesi tarihe karışalı yıllar olmuştu, ancak tramvay durağının arkasına düşen köşedeki yeri, bir tarafı gazino bir tarafıysa sinema ve dans salonu olarak duruyordu. Dans salonunun medhali renkli çini ile döşenmiştir, sahnenin sağ tarafındaysa oyunculara mahsus beş odalı yarı kâgir bir binâ vardır. Gazinonun biri Şehzâdebaşı diğeri de Fevziye caddelerine çıkan iki kapısı olup, etrafı camlıdır. Kâgir gazinonun üstünde bir sofa, altı oda, bir mutfak ve bir de ayak yolu bulunuyormuş. Buraların sâhibi Fatma Muazzez Hanım'dı, ama ana kapısı Şehzâdebaşı Caddesi üstünde bulunan taşınmaz '30 yılında İstanbul Emval-i Eytâm İdaresi tarafından satışa çıkarıldı. 14 Ocak 1931 günlü Vakit gazetesindeki ilanın başına “Satılık dansing, sinema, gazino ve otel” ibaresi atılmıştır. Ben, daha önce sinema kısmının Türk Salonu, gazino kısmınınsa Fevziye Kıraathânesi olarak bilindiğinin hassaten yazılmasının, mezkûr metindeki en önemli ayrıntı olduğunun kanısındayım: Haydi buyrun cenaze namazına, bir yığın uydurmayı belki bu ilanın sayesinde düzeltirsiniz.

Fevziye Kıraathânesi'nin edebiyat ve mûsikî mahfili oluşunun 19'uncu yüzyılın son on beş yılına tekabül ettiği muhakkaktır. Aslında Fevziye Kıraathânesi değil, Fevziye Merkez Kıraathânesi'dir de, edebiyat tarihimize kısaltılmış ismiyle geçtiğinden, burada makas değiştirmiyorum. Biliyorsunuz, şehrimizdeki halka açık ilk sinema gösterilerinden biri Fevziye Kıraathânesi'nde yapılmıştı, o gün hangi filmlerin gösterildiğini bir başka yazıya bırakıp, sadece kıraathânenin üstünde bir ara da Mûsikî-i Osmanî Mektebi'nin faaliyette olduğunu belirteyim. Ama, Fevziye Kıraathânesi'nde Kâtip Salih'in Karagöz perdesinde yapılan film gösterilerine en merâklı kişilerin Odabaşı şeyhi Ahmed Muhtar Efendi, Yenikapı şeyhi Bakır Dede Efendi ve Merkez şeyhi Ahmed Efendi olduğunu buraya not düşmeden de yapamayacağım. Kıraathânenin bahçesi Fevziye Caddesi'ne çıkan aralıktaydı, yaz gecelerinde orada Ahmed Rasim ustam, İsmail Hakkı Bey, İzzzeddin Hümâyi Bey, Ûdi Fahri Bey, Neyzen İhsan Azîz, Kemanî Reşad Bey, Âmâ Nâzım ve Tanbûrî Ahmed Neş'ed gibi büyüklerimiz epey meşk etmişlerdir. Ahmed Rasim meşk için mutlaka elli derecelik rakı arar da, kıraathânede demlenilip demlenilmediğinden pek emin değilim. Onların meşkleri Vidinli Tevfik Paşa'nın bahçenin yanındaki beyaz konağını da epeyce neşelendirmiştir. Sakın ha, meşk ve konak derken Fevziye Kıraathânesi'nin ihtilâcilerini ıskalamayalım, ihtilâlci oldukları için askeriyeden tard edilen ne kadar meteliksiz eski zâbit varsa, hepsi oradadır.

Fevziye Kıraathânesi hangi tarihte açıldı, kesin olarak bilmiyoruz. Reşad Ekrem'in ansiklopedisinde İbrahim Paşa Sebili'nin karşısında ve Hamidiye Oteli'nin Şehzâdebaşı Caddesi'ne bakan 1A numaralı kapısının önünde diye tarif ediliyor. Ama, otel için “Revnakoğlu'nun İstanbul'u” Celal Ağa Konağı Oteli ismini veriyor, otelin 1A ile 1E arasındaki kapılarının kaldırım ve cadde üstünde kalan kısmınaysa Müdâfaa-i Milliye Tiyatrosu'nu yazıyor. Burası sonradan sinema yapıldı. Bazı kaynaklarda 20'nci yüzyıl başında Fevziye Kıraathânesi'nin eski önemini yitirdiği, karşısındaki Zurnacı Yakomi'nin kıraathânesinin ise dolup taştığı yazıyorsa da, mezkûr malûmât-ı cüziyenin sıhhatine yemin edemem. Fevziye Kıraathânesi'nin hangi yıllarda toza toprağa karıştığını soracak olursanız ise, söyleyeyim, orası '30'ların ortalarında yerine sinema yapılacağı söylenerek yıkılmış, ama Sermet Muhtar'ın yazdığına nazaran inşaata bir türlü başlanılamamış ve yeri '38 sonunda bile mezbelelik arsa olarak duruyormuş; arsa da sanırım '58 yılında istimlâk edilip yola katıldı.

Fevziye Kıraathânesi'nden çıkıp, tazecik Gürcü çayı için az ilerisindeki Hacı Mustafa'ya girelim. Mehmed Âkif'in, Neyzen Tevfik'in, Babanzâde Ahmed Naim'in ve Mithat Cemal'in bir ara hemen her gün Hacı Mustafa'nın Çayhânesi'nde buluştuklarını bilmemize karşın, ayıbımız o çayhânenin tam nerede olduğunu bir türlü söyleyememizdedir. Buna karşın, şâyet hacı kısmından gidersek, Hacı Reşid'in kıraathânesi neredeydi, sazan cücüğü misâli öttürürüz. Adamımız “çay-ı mâ hoş güvar ü şîrin est, çün leb-i lal-i yâr renginest” derken haklıymış; Muallim Naci ve Adanalı Hayret Efendi onu doğruluyorlar. Ahmed Rasim üstadımız Hacı Reşid'in müşterilerine şâirlik tasladığını ve Fuzûlî'yi pek sevdiğini söylüyor.

Dükkânın duvarları Farsça ve Türkçe beyitlerle süslenmiş, çay hakkındaki iki üç beyitli Farsça bir medhiye ise ocak hizasına asılmıştır. Bir ara Ahmed Rasim ile kapışmışlarsa da, işin sonunda nasıl tatlıya bağlandığını üstadın “Muharrir, Şâir, Edip” isimli anılarından okumanızı öneririm. Zayıf, esmer tenli, kısa boylu, ihtiyarca, birazcık kalın kafalı, kulakları ağır işiten ve fesinden mevsim çiçeklerinden birinin kokusu dağılan Hacı Reşid'in taşlı köye taşınmasından sonraysa, Şehzâdebaşı'nın kıraathâne keyfi Mersin Efendi'nin çay tepsisinde toplanıyor. Hacı Reşid'in aksine boku cinlinin biridir Mersin Efendi, sıkıysa onun kurallarına uymayın, adamı değil kıraathâneden Şehzâdebaşı'ndan Bâyezîd'a şutlarmış. Bir diğer iyi çay da, belki de en lezizi, Yavru'nun Çayhânesi'ndeymiş. Yavru Mehmet'in mekânı, Şehzâdebaşı'ndan Vezneciler'e inerken, solda, minicik bir dükkân. Vitrininin tepesine doğru, camdan beyzi bir levhada “Yavru'nun Çayhânesi” yazıyormuş. Abdülbaki Gölpınarlı ve Reşad Ekrem gibi ağzının tadını bilenlerin Yavru Mehmet'e takılmaları boşuna değildir diye düşünüyorum.

Kâzım Efendi'nin kıraathânesi Müşir Saffet Paşazâde hünkâr yaveri Esad Bey'in akarı olan kâgir binâdadır. Orada Kâzım Efendi'den önce Mehmed'in kıraathânesi varmış, Sermet Muhtar'ın çocukluğundaysa tiyatroya çevrilmiş, sonra da sinema olmuş. Ahmed Midhat Efendi'nin, Ahmed Rasim'in, Şeyh Vasfi'nin, Muallim Naci'nin, Mehmet Rauf'un, Münci Fikri'nin ve Halit Ziya'nın Kâzım Efendi'ye çok sık uğradıklarını biliyoruz. Kâzım Efendi'nin mekânında asıl maksat muhabbet midir yoksa çay tiryâkîliği midir, şimdi kestirmek hayli müşkildir. Ama, Muhammed Rıza Âgehî'nin redifli gazelindeki “Tâki bezm içre harîf-i la'l-i cânân oldı çay” dizesinin de bizi başka bir hakikata götürüp bıraktığı muhakkaktır: Yalan değil, 19'uncu yüzyılın sonlarında ve 20'nci yüzyılın başlarında çay, şehr-i İstanbul'da âdetâ sevgilinin dudağına ortak çıkmıştı.

Harput Çayhânesi'ni Hikmet Feridun 18 Şubat 1929 günlü Milliyet gazetesinde yazmıştı, bu çayhânenin ismine başka bir yerde de rastlamadım. Toprak zeminli çayhânemizin tavanından örümcekler sarkarmış, ama pencereleri yaz kış kalın çuvallarla kaplı olduğundan müşteriler enselerine öpücükler konduran örümcekleri içerisinin karanlığında göremezlermiş. Ha, orada masa ve peyke aramayın, bir hasır iskemle bulup çökebilirsen ne âlâymış. Harput Çayhânesi bugün bana daha çok dumancı it kopuk gürûhunun palamuta takıldığı bir mekânmış gibi geliyorsa da, maalesef artık bizlere doğrusunu söyleyecek hiç kimse hayatta kalmadı. Şehzâde Camii'nin avlusundandaki Sakallı Cemil Efendi'nin çardaklı ocağıysa bol köpüklü kahvesiyle meşhûrmuş. Oraya edebiyatçılardan ziyâde kalem efendilerinin ve tekke mensuplarının takıldığını Cemâleddin Server Revnakoğlu'ndan okumuştum. Kemanî Memduh, Bülbülî Salih ve Kemanî Tahsin gibi Loncalı Çingenelerin çalıp söyledikleri Şems Kıraathânesi'ni sorarsanız, orasının bir zamanlar İpekçi Kâni'nin Hüsn-i İntihab mağazasının yerinde olduğunu belirtip, yekûn çekeyim.

Birkaç basamakla çıkılan Halk Kıraathânesi denince, biraz soluklanın derim, aksi takdirde makaracı Nazmi Acar sizi sudan çıkmış balık yapabilir. Onun işletmeciliği döneminde Halk Kıraathânesi'nin mahfil mesuplarına simit ve kaşar peyniri çıkarmasını mutlaka bir kenara yazın. Bir de kıraathânenin ortasındaki kumar masasının edebiyatçı müdavimlerini Esâfil-i Şark mahfilinden ayırın. Sait Faik'i, Muhlis Sabahattin'i, Mustafa Şekip'i, Munip Bey'i ve Şerif Hulusi'yi, ocak tarafından yükselen şiirlerin pek ilgilendirmediğini, onların şukkadan şukka, bukkadan bukka, min takka tukka derdine düştüklerini biliyoruz. Hile dendi mi, vebali boynuma, Munip Bey'in eline kimse su dökemezmiş ama Sait Faik de fıttırık cinsten bir adamdır. Bir gün, Munip Bey'in numara çektiğini fark etmiş ve ona öyle bir çakmış ki, adamcağız tahâretsiz kalıvermiş. O günden sonraysa Sait Faik'in bir daha Halk Kıraathânesi'ne uğramadığını yazanlar çoktur. Ahmet Hamdi, hem Halk Kıraathânesi'nde hem de Letâfet Apartmanı'nın altındaki Dâr-üt-talîm Kıraathânesi'nde var, ama bu yüzden de bazı şeylerin karıştırılmasına neden oluyor. Onun romanlarının kahramanlarından pek çoğunu Halk'ta ve Dâr-üt-talîm'de bulduğu muhakkaksa da, Esâfil-in Şark'ı Dâr-üt-talîm'de kurduranlara katılmıyorum.

Dâr-üt-talîm'i pek keyifli satırlarla Ahmed Esad Ben'im'in '49 yılında çıkan “Ramazan Geldi Hoş Geldi” kitapçığında da bulabilirsiniz. Kapının tam üstüne gelen loca gibi yerde sahne alan saz heyeti müthiştir, kır sakallı İsmail Hakkı Bey elindeki defle sazı yönetiyor, Udî Fahri Bey'in taksiminin ardındansa hanende Memduh elindeki defi düyek usûlünde şıkırdatarak Şadiye'nin ve Münip Cemal'in imkânsız aşklarını döktürmeye başlıyor. Kanunda Ferid, kemanda da Cevdet göze çarpıyor. Yeri gelmişken Ahmed Esad'ın yazdıklarına ben muhayyel bir ses ekleyelim: “Matya mu, matya mu, matya mu / ton omatyan mu matya / Ta matya mu den idane san ta dika su matya”. Yanılmıyorsunuz, Dâr-üt-talîm'deki saz heyetinin pek sevdiği “Ada sâhillerinde bekliyorum” şarkısının Rumcasıdır.

Şehzâdebaşı'nın mahfilleri elbette sadece kahvehâneler değildi, İmamzâde Şaşı Rıfkı'nın Turan Tiyatrosu'nun yanındaki kırtasiyeci dükkânı da, Şekerci Cemil'in Çinili Fırın'ın yanındaki çift kapılı dükkânı da birer mahfildi. Fevziye Çarşısı'nın yakınlarındaki Babanzâde Ahmed Naim'in konağı ise devrin münevverleriyle dolup taşarmış, Ahmed Amiş Efendi '20 yılında yüz on üç yaşındayken o konakta son nefesini verdi. Ahmed Amiş Efendi'nin vefâtına Evrenoszâde Sâmi Bey, “Gitti gülzâr-ı cemâle pîr-i efrâd-ı cihân” şeklinde tarih düşürmüştür. Bazı kaynaklarda Babanzâde Ahmed Naim'in Ahmed Amiş Efendi'nin damadı olduğu yazıyorsa da, bildiğim kadarıyla bu doğru değildir. Çünkü, Ahmed Naim'in zevcesi Emine Avniye Hanım, devrin meşhur ders-i âmlarından Hasan Sırrı Efendi'nin kızıydı...

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir