İletişim Uzmanı Mehmet Utku Şentürk, artan nüfus ve büyüyen kentler nedeniyle Türkiye’nin ‘su fakiri ülke’ olma yolunda ilerlediğine dikkat çekiyor.
Sudan ucuz’, ‘sudan bahane’, ‘havadan sudan konuşmak’ vb. deyimler toplumumuzda suyun sınırsız, ucuz ve önemsiz bir kaynak olduğu izlenimini vermektedir. Ancak su sanıldığının aksine hiç de ‘sınırsız’ bir kaynak değil, hele ki bu coğrafyada; Türkiye su zengini bir ülke değildir. Kişi başına düşen yıllık su miktarına göre ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır. Ülkemizde kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarı 2000 yılında 1.652 m³, 2009 yılında 1.544 m³, 2020 yılında ise 1.346 m³ olmuştur. (DSİ) Türkiye nüfusunun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağı ve kişi başına düşen su miktarının 1.120 m³’e gerileyeceği öngörülüyor. Diğer bir deyişle, artan nüfusu ve büyüyen kentleriyle Türkiye, ‘su fakiri’ olma yolunda ilerliyor.
Su, dünyamız için yaşam kaynağıdır. Dünyanın ‘Küresel Isınma’ felaketinden dolayı, giderek daha fazla su sıkıntısı çekeceği gerçeğini de bilim insanları dile getirmekte. Buna ilaveten yakın bir gelecekte, dünyada su savaşlarının kaçınılmaz olacağı da belirtiliyor!
BANGLADEŞLİLERİN İÇTİĞİ SU ‘ZEHİR’ OLDU!
1970’li yıllarda Bangladeş’te halkın büyük bölümü içme suyuna ulaşamadığı ve ulaşanlarda temiz su içemediği için başta çocuklar olmak üzere mide ve bağırsak hastalıklarına yakalanmaya başladı. Ülke halkı her türlü ihtiyacı için gereken suyu nehir ve göllerden elde etmekteydi ve bunun sonucu olarak çocuk ölümleri gündelik hayatın bir parçası haline gelmişti. Hastalıklar ciddi biçimde artış göstermeye başladığında Birleşmiş Milletler (BM) ve Dünya Bankası, Unicef imzalı ortak bir proje başlatma kararı aldılar. BM’nin “çocuk yardımı” başlığı ile katıldığı proje, ülke genelinde 86 bin köye su kuyusu açılması planını içeriyordu ve maliyeti de 290 milyon $ olarak hesaplanmıştı. Paranın tamamı finanse edilemese de, eldeki imkânlar dâhilinde kuyuların açılmasına derhal başlandı. Artık Bangladeşli çocuklar temiz su içerek büyüyecek ve hasta olmayacaklardı, BM ve Dünya Bankası sayesinde elbette.
Kuyular derhal açılmaya başlandı fakat birer halk kahramanı olan BM ve Dünya Bankası küçük bir ayrıntıyı atlamışlardı. Kuyular açılırken su ile yer arasındaki katmanlara yapılması gereken testler yapılmadığı gibi 100 – 200 m arası bir mesafeden çıkartılması gereken su yine maliyet hesapları nedeniyle, çıktığı en kısa mesafede bırakıldı.
2010’da Dünya Su Gününde (22 Mart), İngiliz Independent gazetesi “Batı, Bangladeş’i nasıl zehirledi?” haberiyle çıktı. Çünkü BM, Bangladeş’te yaklaşık 20 milyon kişinin arsenik zehirlenmesi nedeniyle ölüm riskiyle karşı karşıya olduğunu açıklamıştı. Çocuk ölümlerini durdurmak ve halka su götürmek için başlatılan proje, Bangladeş halkını yok olmakla karşı karşıya bıraktı. Bangladeş Hükümetinin verdiği bilgilere göre şu anda 38 bin kişi arsenik zehirlenmesi ve buna bağlı hastalıklar sebebiyle tedavi görmekte ve 10 milyon kişi (halkın %13’ü) hala arsenikli su tüketmekte. Ancak bu, ülkenin en milliyetçi ve muhafazakâr kesimi tarafından verilen rakamlara rağmen en az 20 milyon Bangladeşlinin bu suyu tüketmeye devam ettiği düşünülüyor. BM’nin ve Bangladeş Hükümeti’nin verdiği bu rakamlar karşısında, Dünya Sağlık Örgütü, yaptığı araştırmalar sonucunda 35 – 77 milyon arasında insanın kronik olarak zehirlenmiş olduğuna inandığını açıkladı.
Arsenikli su tüketildiğinde, hiçbir tat değişikliği, koku ya da başka bir rahatsızlık hissedilmiyor fakat bu su tüketilmeye devam edildiğinde 20 sene içerisinde, ciltte lekeler, kronik yorgunluk, iç organlarda hızlı ve peşi sıra bozulmalar, hızla kansere yakalanma (genellikle akciğer ve cilt kanseri) gibi hastalıklar ortaya çıkmaya başlıyor.
Kuyuların bir kısmı kapatılmış olsa da, halkın en yoksul kesimleri, yani büyük çoğunluğu hala zehirli suları içmeye devam ediyor. Hükümet, sadece en tehlikeli, arsenik düzeyi en yüksek olan kuyuların etrafını kırmızı renge boyamakla yetiniyor. Ortaçağ savaşlarının “dâhiyane” savaş stratejisi, Bangladeş’te hayatın bir parçası haline gelmiş durumda.
Bangladeş dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi olmakla birlikte kapitalist devlerin ucuz işgücü, ucuz enerji, ucuz maliyet, çevre sorunlarına karşı sorumlu olmadan çalışma gibi birçok imkân nedeniyle tercih ettiği bir ülke. Kapitalist şirketlerin faaliyetleri sonucu ortaya çıkan kirlilik akıl almaz boyutlara ulaşmış durumda, Bangladeş’in başkenti Dhaka’daki Buriganga Nehri’nin körfezine günde 4 bin ton çöp ve atık salınmakta. Nehrin bu kısmında suyun rengi, kanı andırır şekilde kırmızıya dönüşmüş durumda. Hindistan’ın kuzey topraklarından başlayarak, Bangladeş’ten geçen ve buradan da Pakistan’a uzanan Ganj Nehrin’e her gün 300 milyon varil atık salınmaktadır. 2 bin yıllık bir inanç sisteminin temizlik simgesi olan Ganj, bu anlamını yitireli çok oldu. Dünya Sağlık Örgütü tarafından yürütülen çalışmalar, her gün hacı olmak için nehirde yıkanılan bölgelerde bakteri sayısının kabul edilenin 10 bin katı olduğunu gösterdi. Nehir çevresinde yaşayan 350 milyon insanın büyük çoğunluğu kolera, hepatit, dizanteri, tifüs gibi hastalıklardan kronik olarak muzdarip.
Bölgedeki küçük üreticiler için 300 milyon € kredi sağlanmışsa da, Hint Çevre Bakanlığı en az 1,5 milyar € daha gerektiğini belirtiyor. Bangladeş Daily Star Gazetesi redaktörlerinden Seit Jahrzehnten, yaşanan tüm sorunların nedeninin kapitalizm olduğunu söylerken haklı. Fakat ülke içerisinde buna karşı yürütülen mücadele o kadar zayıf ki, seslerinin duyulması mümkün olmuyor ve bu insanlık dramı karşısında mücadele yine onu yaratan “Batı” da yükseliyor.
Avrupa’nın çok okunan muhafazakâr gazetelerinden Süddeutsche Zeitung dünya üzerinde arsenikli su sorunuyla karşı karşıya olan 36 ülke (5 kıtada) olduğunu duyursa da, yürütülen son bilimsel çalışmalar sadece Asya’da 70 ülke olmak üzere, threecont (3 kıta) ülkelerinde en az 140 milyon insanın arsenikli su tükettiğini ortaya koymakta. Bu insanların büyük çoğunluğu, yoğun biçimde pirinç üretilen ve bu yüzden de suya çok ihtiyaç duyulan güney ve doğu Asya ülkelerinde yaşamaktalar. Suyoluyla katı gıdalara bulaşan arsenik bu şekilde tüketilmeye devam ediliyor.
Arsenik kaynaklı cilt kanserine yakalanan insanların tenleri kalın bir zımpara kâğıdı görüntüsü kazandığı gibi bu insanlar gündelik hayattan da dışlanıyorlar. Öte yandan Tayvan’da ortaya çıkan “Kara Ayak Hastalığı”na yakalanan insanların bacaklarından birinde kan dolaşımı duruyor ve bacak çürümeye başlıyor, ölmeden kurtulmanın tek yolu bacağın kesilmesi ve evet bu hastalıkta arseniğe bağlı olarak ortaya çıkıyor. Doktorların üzerinde anlaştığı bir başka konu ise, arsenik zehirlenmesi ve buna bağlı hastalıklardan kaynaklanan ölümlerinin, normalden çok daha fazla acılı ölümler olduğu yönünde.
Bütün bunların yanı sıra, maden işletmecileri, maliyet hesapları yüzünden artık daha aşağılara inmekten vazgeçtikleri madenlerde, madenle yüzey arasındaki katmanları kendileri için temizleyecek bakteriler geliştiriyorlar. Jeremy Lifkin’in The Biotech Century adlı çalışmasında verdiği bilgiler, bu bakterilerin zaman içerisinde nasıl mutasyonlara uğrayacağı ve hangi yeni hastalıklara sebep olacağı bilinmediğinden ciddi bir tartışma konusu olduğu yönünde.
Çernobil faciasını araştıran ekipte yer alan, Harvard Üniversitesi profesörlerinden Richard Wilson “Çernobil faciası, Bangladeş’teki arsenikli su sorununun yanında pazar pikniği gibi kalır” derken ona kulak vermeliyiz. Dünyadaki toplam suyun yüzde 97’si tuzlu, geriye kalan tatlı suyun yüzde 2’si kutuplarda donmuş durumda bulunmakta ve hareket eden su miktarı sadece 1 milyon 80 bin km3. İnsanlığın tümünü, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilecek bu sorun kısa süre içerisinde çözülebilecek gibi görünmüyor. Kapitalizmin tasfiyesi gerçekleşmedikçe, artık sadece özgür değil, sağlıklı bir yaşam da mümkün olmayacak.