Görüşler

Sıra demokrasiye gelmiştir

Sıra demokrasiye gelmiştir

Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanlarında çalışmalar yürüten Ahmet Çiğdem “Dindar tutum ve bilincin son yıllardaki demokrasi nefretini, sadece bir egemenlik tasavvuruyla açıklamak mümkün olmasa da bu tasavvurun kamusallığında ifşâ olan varoluşsal hoyratlığın en başta dindarlara bir faydasının dokunacağını söylemek imkânsız” değerlendirmesinde bulunuyor.

Aşağıda İhsan Fazlıoğlu’na ait cümleleri –demokrasi önermeleri diyebiliriz- Dünyabizim sitesinden aldım. Şöyle sunuluyor: “Twitter’da ufkumuzu açan, düşündüren, hüzünlendiren ve dahası içinde bulunduğumuz ahvalle ilgili paylaşımlarıyla rahatsız eden bir hesap @ihsanfazlioglu. İhsan Hoca yazdığı birkaç cümleyle bizi, gündemin hayhuyundan uzaklaşarak dinginleşmeye davet ediyor ve gerçekten ilgilenmemiz gereken meselelerle yüzleştiriyor.”1 Ufuk açan, düşündüren, hüzünlendiren ve muhtemelen verili konformizme eleştirel olduğundan, rahatsız edenin, “rahatsız ediciliğiyle” ilgili kimi sorular oluştu zihnimde.

Bazı hususların hâlâ düşünülebilir olduğunu görmek menfi surette de olsa bir miktar ufkumu açtı lakin muhtevanın niteliğinden ötürü de hüzünlendiğimi belirteyim. Okumayı deneyelim:

“Allah adına hayvan kesmek ilkelliktir; ama demokrasi adına milyonlarca insanı boğazlayabilirsiniz; hatta bu çağdaş insan olmanın koşuludur.

Demokrasi ve adalet efendiler içindir, köleler için değil. Daha nasıl söylemelerini bekliyorsunuz? Öldürmenin ötesinde başka hangi dil var?

Demokrasi, -meritokrasiye nisbetle-, bir insanlık suçudur.

Demokrasi, milletlerin yürüyüşlerini yavaşlatmak için yolu, yığınlarla tozutmaktır.

Demokrasi, mütehakkimlerin, yerel güçleri, işgal güçlerine dönüştürme becerisidir.

Demokrasi, halkın dikkatini ‘iktidâr’ yerine ‘hükümet’ kavgasıyla meşgul etmektir.

Demokrasi, ‘oy-ile’ halkı oy-alamaktır.

Demokrasi, daha kötüsü icât edilemediği için, kullanılmak zorunda kalınan bir yön-etim sistemidir; ancak yön-vermez; dolaştırır.

Demokrasi, milyonlarca insanın aynı anda nasıl yanılabileceğini gösteren, keşfedilmiş en önemli, toplu beşerî deneyim tarzıdır.

Demokrasi, kazananların halkın ferâseti tartışılmaz, kaybedenlerin halk câhil demelerine fırsat vermek için icât edilmiş bir oyalamacadır.

Demokrasi, zamanın ruhunun (zeitgeist) travmasıdır. Bu nedenle, ‘deli’ denmemek için herkesin anlar ve onaylar gözüktüğü bir tiyatrodur.

Demokrasi, Batılı toplumlar için hak; ‘öteki’ toplumlar için iç-savaştır.

Demokrasi, bir toplumun sorunlarını, karmaşık hâle getirerek çözmeye çalışma yöntemidir.

Demokrasi, toplumsal meşrûiyette belirsizlik yaratarak, insanlarda sahte bir rahatlatma hâli yaratma becerisidir.

Demokrasi, herkesin katıldığı ama hiç kimsenin ne aldığını bilmediği bir paylaşımdır.

Demokrasi, halkı karar alma merkezlerinden topyekûn uzaklaştırmak için, bir kere (seçimde) karar verici olduğuna ikna etmektir.

Demokrasi, adâletin olmadığı yerde, kalabalıklara “var-mış gibi” hissettirme aracıdır.

Demokrasi, güçlü ülkelerin zayıf ülkelerdeki operasyonlarının manipülatif aracıdır.

Demokrasi, güçlü ülkelerde, güç merkezlerinin halkı yönlendirme sanatıdır.

Demokrasi, hâkim gücün, toplumdaki farklı güç merkezlerinin biriken gazını parti denilen enstrümanla boşaltma sisteminin adıdır.

Demokrasi, toplu psikolojik bir rehabilitasyondur.

Atanmışların liyakatini seçilmişler; seçilmişlerin liyakatini de kalabalıkların oylarının miktarı belirler.

Tekil cehâlet tehlikelidir; ancak kalabalık cehâlet ‘güç’tür; yanlış uygulamalara hak verir.”

Demokrasi adına milyonlarca insan nerede nasıl boğazlanmış-yahut kurban edilmiş, bir bilgim yok. Böyle bir boğazlamanın, “çağdaş insan olmanın koşuluna” yükseltilmesi nasıl gerçekleşmiş, o konuda da bir bilgim yok. Daha çok sanırım Batılı kolonyalizm ve emperyalizm lânetleniyor ama orada, yönlendiren ilke, demokrasi değil, belki bir tür medenileştirme ve aydınlatma misyonundan söz edilebilir. Mamafih orada da, güdü kendisini gizliyemiyecek kadar ortadadır.

Sonraki önerme, herhalde demokrasinin bir burjuva demokrasisi olmaktan kitleselliğe evrimine temas ediyor, ancak bu haliyle evrimin bir aşamasını öne çıkarıyor, bütünü bir kenara bırakma pahasına. Kaldı ki, burjuva demokrasisi bile, toplumun çoğu için özgürleşimin somutlaştığı bir dönemi temsil eder; hatta oradaki liberal öge, demokrasinin kitleselleşmesi sürecinde sık sık askıya alındığından bu dönemin göreli demokratik havasının sonraları bir nostaljiye konu olmuşluğu da vardır. Bu askıya almanın, ‘öldürmek’le özdeşleştirilmesinde tarihsel bir kasıt yoksa bile, yanlışlık var. Demokrasi böyle salınarak ilerlemiyor tarihte; bir üretim biçiminin, bir sosyal formasyonun içerisinde ve dolayımıyla şekilleniyor. Böyle bakıldığında, demokrasinin, milletlerin yürüyüşünü engellemediği, tam tersine, işlerini demokratik minimumla bile idare etmeyi başaran toplumların milletleşebildikleri söylenilebilir; tabiatıyla yığınlardan soyutlanmış bir millet tasarısının tinselliğine angaje olunmuşsa, bu milletin ‘demostan’ boşaltılmasını gerektiren bir işlem ve bu işlem, bu ülkede yıllarca dindarlar tarafından kınandı oysa ve eleştirildi haklı olarak, imdi yapılacak bir şey yok.

Meritokrasiyle ilgili tartışmaların epeydir dindarların gündeminde yer işgâl etmesini anlayışla karşılamak gerekir: Konumları, iktisadî ve siyasal güçleri, televizyonları, gazeteleri var, devletin bütün imkânları ellerinde. Paylaşım yerine, yahut diyelim, liyakât yerine “fazileti ve meziyeti” kendinden menkul bir topluluğun bütün sosyal sermayeye el koymasını meşrulaştırmanın bir yolunu bulmak gerekiyordu artık. Sanılmasın ki, meritokrasi kavramı, bir değer yüceltimini ihtiva edecektir; tam tersine, kavramın kendisi, bu kavrama sığınanların düzeyine çekilmek bahtsızlığını yaşayacaktır; biraz, biraz daha, az daha aşağıya.

“Meritokrasiye nisbetle suç olan” zavallı demokrasinin yücelttiği ‘Onlar’ bu suçun Heideggeryan belgesi sıfatıyla varolan, meziyetsiz, marifetsiz, hünersiz, otantik varoluşa açılamayan, gündelikliğin sefaletine gömülmüş varlıklar olarak cürümleri, bir “insanlık suçu”na eşitlenmiştir. Bunlar acıkır, ağlar, geçim sıkıntısı çeker, ayakkabısı vurur, saftirik demokrasi de bunları adam yerine koyup ‘sayarak’ ödüllendirir. Suçlu ayağa kalkmalı, bilemedin tek ayakla, üç yıl kenarda beklemelidir, fakat sonsuza kadar beklemesi de gerekebilir. Demokratik idealin halktan alınmasını sağlıyacak seçkin ve ari insanların gözükmesi, ortaya çıkması zaman alabilir. Zira demokrasi zaten milyonlarca insanın yanılabildiği bir rejim olduğundan beklemekte beis yoktur. Fazlıoğlu, rejim demiyor, sistem yahut yönetim biçimini kastedmiyor, demokrasi deyince neredeyse ontolojik bir kavramdan söz ediyor bu arada. Tabii böyle dediğinde somut bir şey söylemiş olacak, muhtemel muhatabına, belki “demokrasiyi siyasal bir rejimle özdeşleştirdiği ya da bu sıfatla tarif ettiğini” belirleme imkânı verecek ve fakat kül de yutulmadığından bu imkân ivedilikle iptal edilecektir. Kavram somutlaştıkca, mukayese imkânı doğacaktır çünkü; oysa, ontoloji, mukayeseinin üstündedir, tıpkı Sezar’ın gramerin üstünde olması gibi. Binaenaleyh mantıksal olarak, en kötü demokraside bile, hükmen yahut reel olarak taraflar, gruplar, topluluklar, sınıflar vs. bulunacağından belki, belki ve muhtemelen milyonlarca insan da yanılmıyor olabilecektir (sayıyı yüzbinlerle değiştirebilirdim fakat böyle Fazlıoğlu gibi milyonlar deyince daha etkili oluyor galiba).

Fazlıoğlu’nun kurulu demokrasilere yönelik eleştirileri, halkı oyla oyalamak gibi dilbazlıklar da dahil olmak üzere göz yaşartıcı. Şu nedenle. 60’ların endüstriyel toplum eleştirilerinden, karşı-kültür tartışmalarından, mesela Marcuse’nin Tek-Boyutlu Toplumu’ndan, halkın kanaat hakkının medyatik tahakkümce elinden alındığı uzun süreci yorumlarken belki, Habermas’ın kamusallık eleştirilerinden çok şey öğrenmiş gözüküyor. Fazlıoğlu keşke bilgilenmeyi sürdürse, bu konudaki bıktırıcı kavramsal, ideolojik tartışmaları filan kastetmiyorum, mesela Şiar Yalçın’ın kıskanılası Türkçesiyle tercüme ettiği vasat bir kitap olan Antidemokratik Düşünce Şekilleri’ne² baksa bu manifestatif önermelerin çok daha nitelikli bir biçimde dile getirildiğini ve karşılandığını görebilecekti. Bu saygıdeğer bilgilenim, belirtmek zorundayız, bu eleştirilerin Fazlıoğlu’nda olduğu gibi bir “demokrasi nefreti”ne asla dönüşmediği ve demokratik momentin, tam aksine, sürecin eleştirel dayanağı olarak savunulduğunu tesbit etmeye varamıyor bir türlü. Demokrasiyi egemenlerin aracına indirgeyen tüm Leninist formülasyonlar, halkın kolayca paranteze alındığı fenomenolojik edimlerin resmi geçitinde, demokrasinin araçsallığı (sorunları da belki bir miktar çözebilecektir, karmakarışık hâle getirerek üstelik) ihmâl edilmez. Üstelik toplumsal meşruiyette belirsizlik yaratarak, bak şu işe, insanlarda bir rahatlama hissine bile yol açacaktır. Zaten toplu psikolojik bir rehabilitasyondur- bu aralar buna bile razı olacak çok insan tanıyorum ben. Böyledir demokrasi gibi ne idüğü belirsiz şeyler, bir şeyin asla kendisini yaratamazlar, yarata yarata ancak ‘hissini’ yaratabilirler. O da zaten yanıltıcı olmak zorundadır; yönledirilmiştir, payını alamamıştır, yoldan çıkarılmıştır. Mamafih demokratik nefret, bu azalmayı ânında keşfedecek kadar kurnazlaşmıştır şimdi.

Fazlıoğlu’nun bir Ramazan günü iftara saatler kalmışken can sıkıntısıyla bu satırları karaladığını düşünerek rahatlayabilirdim ama kazın ayağı öyle olmasa gerek. Fazlıoğlu, dindar tutumun ve bilincin bir semptomu olarak yazıyor bunları. Epeydir, şu süreçte olup bitenleri ‘demokratik’ bulmayan utanç sahibi insanlarla alenen alay edilen bir vasat var. Bu süreci, tıpkı Fazlıoğlu’nun demokrasiye yaptığı gibi varoluşsal bir tercihin, bütün belirsizliklerin ve şüphelerin dinsel bir ibadet aşkıyla bir taraf için ‘kaydedildiği’ bir düzeye taşıyan ve bunu saklamakta bile beis görmeyen saldırganlık (bildik cemaatçi tutum hiç olmazsa kamusal olarak kendisini sınırlamak isterdi), İslâmcılığın 12 Eylül’den bu yana edindiği bütün kültürel ve siyasal deneyimi bile sıfırlamak isteğindedir. Buradaki dil, demokrasi nefretinin jargonu, boynuna “varoluş ipi” geçirilmiş tarih ve siyasetin, sosyal gerçekliğin altındaki sandalyeyi tekmeleme yarışına girenlerin dili hâline gelmiştir. Bu nedenle aralarında Fazlıoğlu’nun da bulunduğu bir grup akademisyenin iyi niyetli ve ciddi teşebbüsü Teklif dergisinde eşitlik, siyaset, adalet vb. konuların bu dilin, aşkınlaştırma, varoluşsallaştırma ve dışarlama dilinin, hakimiyeti altında ele alınması anlamlı gözüküyor.

Oysa İslâmcı hareket, en zayıf durumunda bile bu dilin sınırlarını keşfetmiş, yetersizliklerini tesbit etmiş ve Fazlıoğlu’nun kanaatinin aksine, memlekette demokrasinin inkişafıyla birlikte başka bir istikâmete yönelmiş, ötekini, sınıfı, toplumu gözeten bir dikkat ve duyarlığın inşaına gayret etmişti. Varoluşun kendisine ve özneleşmiş aşkınlığı olarak Varlık’a varmak üzere sırtındaki bütün yükleri, demokrasi de dahil olmak üzere atma ihtimâlinden ürkmüş, sadece başkalarının baskısından değil, kendi gelişiminin sonuçlarından da korkulabileceğini tecrübe etmişti (15 Temmuz’u hatırlayalım). Korkulan oldu. Şimdi bu sonuçları kutsamak üzere, demokrasinin üzerinde tepinmeye davet ediliyoruz. Bu düzeyde bir regresyonu mümkün kılan egemen tutumdan elde edilen kâr ne ve bu kârı kim teklif etmiş ola ki?

AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?

Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).

whatsapp-image-2023-04-27-at-01-07-14.jpeg

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir