Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, ülkesindeki rejimden kaçarak İstanbul'a gelen Bulgarların hikâyesine mercek tutuyor.
Bulgar komünist Stefan, '26 yılında ülkesindeki rejimden kaçarak İstanbul'a gelmişti. O yıllarda İstanbul'daki Bulgarların sayısının üç yüz bini bulduğu söyleniyor. Hemen hepsi de, Yenikapı, Langa, Yedikule, Davutpaşa ve Eyüp gibi semtlerde oturuyorlardı. Stefan, '30 başlarında Langalı Maria Minçeva ile tanıştı. Minçeva ailesi Langa'daki "Bostanlar Sokak, No.4" adresinde bahçevanlık yapıyordu. Stefan ve Maria evlenince, Bostanlar Sokak'a pek yakın olan "Hisardibi Sokak, No.22" adresine kiraya çıkmışlardı. İki yaşlı Rum kızkurusunun mülkü olan cumbalı ahşap, Yenikapı'ya doğru, demiryolunun hemen üstündeydi. Az ilerisindeki sur kalıntılarının kovuklarındaysa Çingeneler yaşıyorlardı. Stefan'ın ve Maria'nın '35 doğumlu kızları Svoboda, Hisardibi Sokak'taki komşuları kadar Bostanlar Sokak'taki beyaz atları Kırço'yu da seviyordu. Ama, Kırço'nun, bütün gün, gözleri bağlı hâlde bostandaki kuyunun etrafında dönüp su çıkarmasıysa Svoboda'yı pek üzüyordu ve bu zulmün dayılarından Blagoy'un fikri olduğunu düşünüyordu. Boris dayısını pek sevmesine karşın nedense Blagoy için aynı şeyleri hissetmiyordu. Bir akşam, dayıları düğüne gittiğinde, sırf Blagoy'u kızdırtmak için Kırço'yu serbest bırakmıştı, bütün gece bahçede dolaşan Kırço da, ne kadar körpe fidan varsa hepsini ezmiş veya yemişti.
Stefan '26 ile '45 arasında hiç boş durmamış, Türkiye Komünist Partisi tarafından yönlendirilen eylemlerin çoğuna katıldığından poliste kaldığı da olmuştur. Bu yüzden de, Svobada, babasının ara sıra ortadan kaybolduğunu ve ancak epey sonra Hisardibi Sokak'a döndüğünü anımsıyor. Bir de babasının, "Suliko", "Volga Volga" ve "Oçi Çorniye" gibi Kızıl Ordu şarkılarını usulca söylediğini. Bulgaristan bir Demir Perde ülkesi olunca Petrovaların Varna'ya göçüp, Saltanat Mahallesi'nde elektiriği olmayan bir eve yerleştiklerini biliyoruz. Aslında, '71 yılına kadar oturacakları deniz kenarındaki evi onlara Bulgaristan Komünist Partisi tahsis etmişti. Ama, Svoboda'nın kalbinin bir yarısının, doğup büyüdüğü İstanbul'da, Hisardibi Sokak'ta ve Bostanlar Sokak'ta kaldığı muhakkaktı: Peki, o haşarı Svoboda'nın, dünyanın en önemli Türkologlarından Svoboda Petrova olduğunu biliyor muydunuz?
Bostanlar Sokak ile Narlıkapı Çıkmazı arasındaki mesafe kısadır. Narlıkapı Çıkmazı'nda 34 kapı numaralı ahşabı bulursanız, Aydın Boysan'ın çocukluğu karşınıza çıkar. Narlıkapı, '30'larda sokak köpeklerinin bekçilik yaptığı bir kenar mahalleymiş. Bu yüzden, bırakın hırsızları, yabancılar bile Narlıkapı Çıkmazı'na giremezmiş. Üstadımız sokak köpeklerini sevmesine karşın kedilere karşı aynı hissi pek duymadığını defalarca dile getirmişti. Bir yazısında, "Hınzır kediler öylesine hırsızdı ki, ev kedileri bile komşu evlerden hırsızlık yapardı" deyip, onlar hakkında yekûn çektiğini anımsıyorum. Az yukarıdaki Marmara Caddesi'ndeki 55 kapı numaralı evdense Aydın Boysan'dan bir yıl beş ay on bir gün büyük olan Garbis Cancikyan'ın çıktığını bilen kaldı mı, merak ediyorum. '46 yılında veremden Surp Pırgiç Ermeni Hastahânesi'nde vefât eden şâir Garbis Cancikyan, kafasında Ermenice'yi sadeleştirmek fikriyle Balıklı Mezarlığı'ndaki bir köşede toprağa karıştı. '55 öncesinde Narlıkapı'da her yılın 6 Ocak günü denize haç atma şenliği yapılırmış, Garbis Cancikyan'ın da 6 Ocak doğumlu olması tuhaf bir tesadüftür.
Krikor Hagopyan'ın Şark Tiyatrosu bir zamanlar Narlıkapı'daydı ama semt ondan daha fazla Ermeni Kilisesi'nin mülkü olan gazinosuyla ve sahildeki salaş meyhâneleriyle isim yapmıştı. 5 Aralık 1929 günlü Milliyet gazetesindeki habere nazaran ise, Suriçi'ndeki iki yüz otuz dört meyhânenin otuz biri Narlıkapı'da ve Samatya'daymış. Bu bilginin kaynağı Polis Müdürü Şerif Bey'dir. Aslında Narlıkapılıların rakıya düşkünlüğü eski bir gelenektir. Dalgacı Hagop Baronyan'un, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısındaki Narlıkapı ahalisini, "rakıda yüzen cins" anlamına gelecek şekilde tanımladığını mutlaka biliyorsunuzdur. Bu nedenle Refik Halid'in "Kadınlar Tekkesi" romanına Narlıkapı Gazinosu'nu seçmesi asla bir tesadüf değildir.
Narlıkapı'daki birkaç asırlık meyhâne kültürü '70'li yıllarda bile yaşıyordu. Doğan Hızlan ise, '60'lı yıllarda, Behçet Necatigil'in, Kâmuran Şipal'in ve Ali Tanyeri'nin Narlıkapı'da toplandıklarını yazmıştı. Kendisi de oraya İsmet Sungurbey ile gidermiş. Bütün gelirini sokak hayvanlarına harcıyan, her gün Yedikule'den Bâyezîd'e kadar beş yüz kadar kedi ve köpeği besleyen İsmet Sungurbey oraya pek yakın oturuyordu. Bir ara, Eray Canberk'in, Afşar Timuçin'in ve Kök Yayınlar'ın kurucusu Orhan Tercan'ın da Narlıkapı'daki mahfile takıldıkları kayda geçmiştir. Sakın ha, Orhan Tercan deyip geçmeyin, D. H. Lawrence'i '68 yılında Akşit Göktürk'ün çevirisiyle dünyada sansürsüz basan ilk yayıncılardan biriydi.
Çaylak Tevfik üstadımız, meşhur "Meyhâne yahut İstanbul Akşamcıları" başlıklı risalesinde, Samatya'da, Büyük Kuleli, Küçük Kuleli, Altın Oluk, Gümüş Halkalı, Kel Serkis, Zafiri, Ormanos, Kelepçe, Hacı Manol, Süngerli, Servili, Karagöz ve Karanlık Bahçeli olarak isimlendirilmiş gedikli meyhânelerini saymıştı. Gedik, babadan oğula kalan veya işten çekilen sâhibi tarafından loncasının muvafakıtıyla bir başkasına satılan berattı, bu suretle meslek de sınırlanmış oluyordu. Reşad Ekrem'in "Eski İstanbul'da Meyhâneler ve Meyhâne Köçekleri" kitabında, Büyük Kuleli için zengin bilgiler mevcuttur. Son sâhibi Barba Vasili'nin vefâtı üzerine '44 yılında kapanan meyhânenin kapısında 1828 kaydı varmış. Buna nazaran Büyük Kuleli'nin yüz on altı yıl aynı mekanda faaliyette kaldığı anlaşılıyor. Ancak, Reşad Ekrem, Barba Vasili'nin elindeki beratın 1641 tarihli olduğunu söylüyor. Yani, Büyük Kuleli, en eski yeri ve en eski ismi nedir bilmiyoruz, aslında yüz on altı yıllık değil, üç yüz üç yıllık bir müesseseymiş. 19'uncu yüzyılın sonlarına doğru, Dikran ismindeki bir Ermeni genci Büyük Kuleli'nin işret âlemlerinde pek revaçtaymış. Onun için yazılmış bir manzumede, "Raks eder meydana çıkıp Dikranım / Şûhâne mestâne ruhî revânım / Kâh parmak fiskesi kâh topuk vurur / Tulumbacım bıçkınım o külhanım" deniyor. Ondan önce de, 18'inci yüzyılın sonlarında, Loncalı Köçek İsmail meyhâne meyhâne dolaşıp, raksedermiş. Ona Enderûnî Fâzıl Bey'in gönül koyduğu biliniyor. Merak eden, "Defter-i Âşk" isimli eserinin son faslından Köçek İsmail'i okuyabilir. Köçek İsmail'in çıktığı Gümüş Halkalı ve Servili, acaba Samatya'daki meyhâneler miydi, işte ondan emin değilim. Köçek İsmail'in daha çok Galata balozlarında ve Haliç meyhânelerinde takıldığı muhakkaktır. Ayrıca, Çaylak Tevfik'ten, Fener'de de başka bir Gümüş Halkalı olduğunu biliyoruz. Neyse, edebiyatımızın mahbûb düşkünlerini bir yana bırakalım da, aynı yıllarda, bizim Büyük Kuleli'nin, en fazla Binnaz, Gülizar, Fati ve Pembe gibi meşhur Çingene kızlarıyla şenlendiğini buraya not düşelim.
Narlıkapı'nın hemen üstündeki denize doğru meyilli ve doğuda Langa bostanlarından başlayan arazide Kasap İlyas ve Hûbyar gibi bitişik mahalleler bulunuyordu. Nazmi Ziya, "Langa Bostanlarında Sabah" tablosunu, muhtemelen bu iki mahalleden birine sırtını vererek yapmıştı. Kasap İlyas aslında bir Nimel'-ceyş mahallesiydi. 1876 ve 1913 kayıtlarında, "Mahalle-i Kasap İlyas kurb-ü Davut Paşa İskelesi" şeklinde geçen semtimizde, hocamız Cem Behar'ın verdiği kıymetli bilgilere nazaran, 1885 yılında yüz kırk dokuz ahşap ve dört konak bulunuyordu. Bunlarda iki yüz kırk iki Müslüman hâne ikamet ediyordu. Kasap İlyas Mahallesi'nin içindeki Ispanakçı Viranesi'nde ise, aynı yıl, büyük çoğunluğu Arabgirli olan iki yüz yetmiş iki nüfusun otuz beş evde yaşadığı anlaşılmaktadır. Fetihten beri dört asır boyunca pek değişmeden kalan Kasap İlyas Mahallesi'nin kaderini 1893 yılındaki kolera salgınının belirlemesi tuhaftır. Önce Hûbyar Mahallesi'ndeki Takiyüddin Paşa Konağı hastahâneye dönüştürülmüştü, ardından da, salgın bitince, İstanbul Şehremâneti konağı Cerrahpaşa Zükur Hastahânesi ismiyle kullanmayı sürdürmüştü. Şehremâneti 1911 yılındaysa konağı yıktırıp onun yerine günümüzdeki Cerrahpaşa Hastahânesi'nin ilk binâsını inşâ ettirmiştir.
Mekansal temeli Hûbyar'daki Takiyüddin Paşa Konağı'na dayanan Cerrahpaşa'yı 14 Aralık 1930 günü Gazi Mustafa Kemal Atatürk ziyaret ettiğinde, hastahânenin at nalı şeklinde sahile kadar inmesi gerektiğini ifâde ettiği yazılmıştır ki, sıhhatinden şüpheliyim. Ancak, Henri Prost'un '33 yılında Cerrahpaşa'yı, tıpkı Gazi'nin dediği gibi, Hûbyar'ın tamamını, Kasap İlyas'ın ise büyük kısmını ortadan kaldıracak şekilde tasarlaması da çok ilginçtir. '50 sonrasında kamulaştırmalar başladı, sahil yolu ise Kasap İlyas'ın deniz tarafını bütünüyle yuttu. '70'li yıllarda kamulaştırmalar tamamlandığındaysa, Kasap İlyas'ın yukarı kısmından geriye pek bir şey kalmamıştı. Yeri gelmişken, Kasap İlyas'ın bir Nimel'-ceyş ve bir Müslüman mahallesi olmasına karşın, keskin Doğu ve Batı karşıtlığı akımında bile edebiyatımıza girmemesinin, beni hep şaşırttığını da belirteyim.
Yeniden sahile inip, Davutpaşa'da Osman Cemal'in kahvehâneleri artık kalmadığından, biraz daha dolaşalım: Biliyorsunuz, Narlıkapı, Samatya ve Yedikule gibi deniz kenarı nüfusunun bir kısmı 15'inci yüzyılda Tokat'tan ve Sivas'tan tehcir edilen Ermenilere, bir kısmı da Bizans bakiyesi Rumlara dayanıyordu. Ne yalan söyleyeyim, onların mutfağına bayılırım, mağiritsa (Paskalya çorbası), arnaki sto furno (kuzu fırın), Hıristuğeniatiki ğalopula (Noel hindisi), vasilopita politika (Yılbaşı çöreği), koliva, midopilafo (midye salma), say say bitmez, ama havidz, petaluda, anuşabur, çevirme ve jamkapısı gibi tatlıların yeri bende ayrıdır. Şu jamkapısı var ya, aslında bildiğiniz muhallebidir ve yapılışı da pek kolaydır. Altı kişi misiniz, bir kahve fincanı pirinç unu, bir kahve fincanı nişasta, dört kahve fincanı tam yağlı süt ve bir kahve fincanı da toz şeker yeter. Dolaptan çıkardıktan sonraysa, üzerine süt, buz gibi gülsuyu ve pudra şekeri dökün. Çevirme denen beyaz tatlıysa jamkapısı kadar basittir. Bir kilo toz şeker ve yarım limon yeter, aroması için de, damla sakızını, kaymağı ve limon kabuğu rendesini istediğiniz kadar kullanın. Uğraşmak istemiyorsanız da, Ali Muhiddin Hacı Bekir'den cam kavanozda yarım kiloluk çevirme alabilirsiniz.
Onca yıkıma karşın, Narlıkapı'da, Samatya'da ve Yedikule'de, kaybettiğimiz şehr-i İstanbul'un hâlâ birazcık yaşadığını hissetmek beni mutlu ediyor. Yıllar önce otuz yedi bölümlük "İkinci Bahar" isimli televizyon dizisini ve "Gönül Yarası" filmini sevmemin asıl nedeni de buydu. Aynur Doğan'ın sesinden "Hêjira çiyayî / Lêlêlê lêlê lêlê / Delala çîyayî / Darhejîrokê / Xemrevînokê" şeklinde başlayan "Dar Hejîrokê" türküsünü her duyduğumdaysa aklıma hep Samatya'nın gelmesi elbette "Gönül Yarası" yüzündendir. Ama, onlardan daha fazla, semtin çılgın ruhunun, Psikopat ismindeki bir Samatyalı kediyle Ceyda Torun'un filminde sokak sokak dolaşmasına bayılıyorum...