Ahmet Çiğdem’in yakında Vulgus Yayınları tarafından neşredilecek Sadakat Güzergâhı kitabından Sezai Karakoç’la ilgili bölümün bir kısmını okuyucularımıza sunuyoruz.
Sezai Karakoç, şiir olarak İkinci Yeni, düşünce olarak Necip Fazıl ve Büyük Doğu mektebinde doğmuş, gelişmiş diye düşünülür; ne ki çok doğru değildir bu düşünce. Bir bakıma minimal diyebileceğimiz etkilenmelere rağmen, Karakoç sonraki yıllarda bu iki damardan oldukça farklılaşan bir kimlik edinmiştir ve bu kimlik, birçok bakımdan kuşaklar boyunca ideolojik olarak belirleyici, etkileyici olmuştur. Karakoç’u 90’lı ve 2000’li yıllarda okuyanlar (eğer hâlâ kaldıysa,) benim ve benden önceki kuşakların bulduğu anlam ve hissettiği dinamizmi büyük bir ihtimâlle bulamamış ve “aşılmış” bir metinle karşı karşıya olduklarını düşünmüşlerdir. Diriliş, tıpkı Büyük Doğu gibi, İslâmcı düşünce ve harekete katkılarda bulunmuştur ama bu katkının bir muhasebesini ve değerlendirmesini yapmak güçtür.
Sezai Karakoç, İslâmcılık hareketi içerisindeki her önemli şahıs gibi metnin ötesinde bir kişiliğe sahip olmuştur; hakkında anlatılanlar, yazılıp çizilenler, elimizdeki metinden bağımsız bir kültün en azından belli bir topluluk için yaratılmış olduğunu gösteriyor. Bir “kişi”ye ait olmaktan çıkıp, o kişiyi belirleyecek kadar özgünleştirilen kimlik, herkesin önünde ama en çok da yazarın (Karakoç) önünde bir engel olarak duruyordur çünkü. Yazarın rakibi bile ancak kendisi olabilecektir. Bu durumda paylaşmak, zordur; her zaman yazarı izlemek gerekir ve bu takiple bağlanma talebine cevap verilmiştir zaten. Birçok bakımdan kendinden önceki kuşaklardan farklılaşsa bile, Karakoç da, bu takiple bağlanma sürecine karşı duyarlıdır. Bir bakıma Necip Fazıl’la kurduğu ilişkiyi, yanındaki yöresindeki insanlardan da beklemektedir. Sadece bu beklentisini, onun aksine yüksek sesle dile getirmez. Ancak hareket içerisindeki “statü” bu beklenti zincirini devam ettirmesiyle onaylanır, kabul görür.
Sonuçta uzun sürecek bir yargılamanın da konusu olacak İslâmın Dirilişi kitabı, bir dirilişi müjdelemekte, konumlandırmakta ancak müjdenin bedeli olarak bir sorumluluk çağrısı da ihtiva etmektedir. Bir diriliş vardır, dünyanın çeşitli yerlerinde ve bu arada Türkiye’de de kendisini görünür kılmaya çalışan bir diriliş kalkışmasıdır önümüzdeki. Bu kritik ân, düşüncede, inanışta, edebiyat ve sanatta, aksiyonda ortaya çıkmıştır, daha da gelişecektir.
Henüz tasarı hâlindeyken bu kitabı anlattığımda Beşir Atalay, 60’ların sonunda girdiği asistanlık sınavında, “en son hangi kitabı okuduğu” sorusuna, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü cevabını verdiğini ve kitabı büyük bir heyecanla anlattığını söyledi -etrafından bu kitapla ilgili hep pozitif ve kalıcı etkiler bıraktığı tesbitiyle biten hikâyeler duyduğunu ilâve ederek. Benden önceki ve sonraki kuşakların bu kitapla ilgili muhakkak birçok hâtırası mevcuttur. Liseye başladığımız yıl din derslerine giren Şefik Aşıkoğlu başarılı bulduğu öğrencilere, içindekileri “konuşabilmek ümidiyle” bu kitabı hediye ederdi.
Aralarında ben de vardım ve benim okuduğum ilk nüsha oydu. Gençlik yıllarımda çantasında İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü’yle dolaşan ve kitabı dağıtmak için herhangi bir sebebe ihtiyaç duymayan insanlar tanıdım.
Karakoç’un kitabı bütünüyle iktisadî bir kitap olarak görülemez. Diriliş literatürünün açılımı olarak iktisat dışı imâları da; adı üzerinde, bir “İslâm toplumu” vardır, bu toplumun, “ekonomik bir strüktürü” olacaktır. Dolayısıyla, kitabı okuduğumuzda tahayyül ettiğimiz şey, muhtemel bir İslâm toplumunun örgütlenişi ve işleyişine dair literatürün içerisinde kitabın, “eklektik ve naif” olarak nitelenmesi pek mümkün gözükmüyor. Türkiye’de herhangi bir ideolojik örgütlenmenin en az üç kuşak tarafından sürekli olarak okunan, gündemde kalan Türkçe metni sayıca pek fazla değildir. Bu metnin muhtevasına dair de bir şey söylemelidir. Bugünden geriye bakıldığında, kitabın, kültürel bir antikapitalizmin argümanlarını çok önceden dile getirebildiği açık. Bir metnin gücünü veren unsurlardan birisi de tarihselliğidir- hem bir tarihi yansıtabilmesi, hem de tarihsel olana direnebilmesi, varkalabilmesi anlamında.
Kavruk Orta Anadolu’nun bahtsız illerinden birindeki sosyal muhitim, yetişme kaynaklarım vs. düşünüldüğünde 70’lerin sonunda etrafımda olup bitenleri tam olarak anlamam pek mümkün değildi. Bunları yorumlamak ve o vakitler neredeyse bir ateş çemberine dönüşmüş bulunan toplum içerisindeki yerine oturtmak üzere kullanabileceğim bir kültürel donanımım da yoktu. “Diriliş” kavram ve metafor olarak, “bir” sürecin başladığını ve devam edeceğini, bunun için hazırlanmak gerektiğini söylemekteydi.
Her taşra kasabasında, babası askerde okuma yazma öğrenmiş, kendisi üniversiteye gitmeyi kafasına koymuş, tesettüründen ve fakirliğinden utandığı bir ailesi yokmuş gibi davranan gençler vardı (ben onlardan biriydim). “Diriliş Edebiyatı, bu gençlerin bütün bu olup bitenleri bir anlam kümesine transfer etmesini mümkün kılan bir sürecin parçasıydı. Süreç içerisinde demokratizasyona uğrayan eğitim ve sosyalleşme pratiklerinde, yoksulluğun ve yoksunluğun hâkim olduğu bir ruh ikliminde bir kimlik, bir özgüllük vaadetmekle, bir farkındalığı görünür hâline getirmişti. Bu kimliğin nereye gideceği ve neye evrileceği başka bir tartışmanın konusu olmalıdır.
AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).