Mucizenin Etik Uğrağı kitabının yazarı Ahmet Çiğdem ‘Devrimci konformistler ve anarşist muhafazakârlar için bir politik tasarı’ başlıklı yazısının ikinci bölümünde değerlendirmelerde bulunuyor.
Dinsel bilgi dağarcığının artırılmasında beklendik -maalesef- kamusal katkıyı yapamasa da, Türkiye’de teoloji alanındaki çalışmaların büyük bir kısmı, diğer sosyal bilim alanlarındaki ürünlerden hiç de geri sayılmaz. Bu bakımdan, dinin tarihsel birikiminin ve gelişiminin sergilenmesinde herhangi bir eksiklikten söz edilemez. Tam tersine, İslâm tarihi ve düşüncesiyle ilgili yapılan incelemeler, bu konuda geçmişte mümkün olmayan veri ve araçlara sahiptir. Bütün mesele, bu bilgi birikiminin işlevselleştirilmesiyle ilgilidir ki burada bazı problemler ortaya çıkar: bu birikimin, birincisi, büyük bir kısmının taşıdığı tarihsel malzemenin bugün için hiçbir işlevi yoktur ve kıyas açısından bile tartışmalı bir değer taşır, bir kısmı kamusallaştırılamaz, çünkü, dinsel gerçek, taşıdığı tarihsellikten soyutlanamayacağı için, günümüz açısından dindarların bile kabul edemeyeceği bir niteliğe sahiptir.
Nihayet bu birikimin, düşünsel olarak başka bağlamlara eklemlenmesi mümkün gözükmemektedir, çünkü böyle bir yönelim sözkonusu değildir, olsa bile, bu yönelimi belirgin kılacak paradigmatik metinler yok denecek kadar azdır. Bu en çok, mezkur çalışmaların politik vargılarının adeta görmezlikten gelinmesiyle somutluk kazanan bir tutumdur. Bu bakımdan klasik dinsel disiplinlerin kendi içlerine kıvrılan kusursuzlukları mevcut ortodoksiyi beslemekten başka bir işe yaramaz. Daha iyi tefsir, daha iyi fıkh, daha iyi kelam, daha iyi tasavvuf kitabı, artık sadece dinsel dokunulmazlık duygusunu artırır; kitle açısından ulaşılamaz ve kullanışsız, uzman açısından ise, kendi hâkimiyet alanının basit bir yeniden üretimini sunan kapalı bir evren olmaktan başka bir özelliği yoktur.
Gerçekte mecburi olan, dinsel bir “kopuşun”7 yaşanmasıdır, bunun adı ne konulursa konulsun, nasıl yapılırsa yapılsın, aslına bakılırsa pratikte herkesin bildiği ve gönüllü ya da gönülsüz kabul ettiği, üstelik yaşadığı bir kopuşun meşruluk kazanmasıdır. Bununla dinsel metin ve pratiğin büsbütün ilgâsına yönelik bir “barbar” tasalludunu kastedmiyorum; inançla bilgi arasında, en azından Kant’tan beri bir tür çözüme kavuşmuş olan bir gerilimi,8 dinsel olanla olmayanı birbirinden ayırarak mutlaklaştıran ve her iki alanı da neredeyse dokunulmaz kılan saygınlık iddiasındaki laik tevazu ve dinsel içerlemeyi de. Birbirleriyle bir polemos tarihine sahip olmuş alanların, birbirlerine dokunmadan ilelebet yaşayabileceklerini, yahut birinin diğerinin gölgesinde yaşamaya razı olacağını düşünmek safdilliktir. Bütün dinler, kadim meşruiyetlerini kurdukları konfor alanını genişletmek için bilgi ve teknolojinin bir düzeyde kendilerine muhtaç olacağı bir momenti tahayyül ettiler -bu gerçekleşmedi. Ne var ki bilimlerin istikâmeti kendi öncüllerini taklit etti, geliştikçe birer mit ve dine dönüştüler. Bugün, bilimi (ve her türden seküler bilgiyi) ve dini kendi alanlarında muktedir kılmaya devam eden, her şeyi, “bilginin” ya da “dinin konusu” olarak tasnifi sonsuzlaştıran ikincil tutum, en az, bilim ve dinin tahakküm altına aldığı gerçekliğin başka her şey üzerinde tekel kurmaya izin veren tekci tutum kadar problemlidir ve her ikisiyle de eşzamanlı olarak mücadele etmek gerekir.
Bunu sağlayacak olan, din eleştirisi, dinin eleştirisi ya da dinsel eleştirinin hayat bulabileceği bir çoğulluktur. Bu çoğulluk olmaksızın, din eleştirisi, kolaylıkla kriminalize edilebilir, hele Türkiye’deki vasat düşünülürse, betona gömülüp üzerine de toplu konut inşasına bile girişilebilir. Bu çoğulluğun, hukuksal, dinsel ve kültürel ayaklarının geliştirilmesi, eleştirel çoğulluğun sağlanmasının önşartıdır. Herhangi bir dinsel topluluğun içkinliğinde kalan ve bu topluluğun bilgisinde varolan bir dinselliğin, aslına bakılırsa bu topluluk için bile bir anlamı kalmamıştır.
Tarihsel din eleştirisi, dinin bir kurum olarak, sevabından çok günahlarıyla malul olduğunu göstermişti -bugün, bu eleştiriyle yetinmek maalesef mümkün değil. Çünkü din, buna İslâm da dahil, güç ve parayla, devlet ve kapitalizmle uzlaşarak yaşamayı seçtiğinden ve moral haklılık ve çokluğu, etik olana tercih ettiğinden beri bu eleştiri zaten nesnesiyle işini halletmişti. Şimdi gerekli olan ve mutlaka içerden, radikal bir eleştirinin muhtemel bütün politik sonuçlarıyla ortaya konmasıdır. Bu yapılmadığında, din bu kalpsiz dünyanın en büyük meşrulaştırıcısı ve kolaylaştırıcısı olduğu gibi, en başta kendisine inananlar olmak üzere daha fazla insanın mutsuzluğuna, tahakkümün takviyesine katkıda bulunacaktır.
KÜLTÜRÜN İHYASI
Ettore Scola’nın Una Giornata Particolare filmi, altı çocuklu ev yorgunu Antonietta (Sophia Loren) ve eski radyo spikeri, yakında sürgüne gönderilecek subversivo (bozguncu, anti-faşist) Gabriele’nin (Marcello Mastroianni) Hitler’in İtalya’yı ziyaret ettiği 4 Mayıs 1938 günü, evden kaçan papağanın yakalanmasıyla başlayan, rumba, kahve ve tutkuyla devam eden ve bugünü Hitler ve Mussolini’ye değil, onlara “özel” kılan kısa süreli dostluklarını anlatır. Gabriele, Antonietta’yı tekrar görmek için kadının daha önce almadığı Alexander Dumas’nın Üç Silahşörler kitabını bırakır. Antonietta, Gabriele’nin aynı günün akşamında sivil polisler tarafından götürüldüğü sırada bu kitabı okumaktadır. Kocası, “erkek, baba ve asker” Emanuele’nin kafesinden kurtulmaya karar verişinin ve Gabriele’nin sunduğu insan sıcaklığının işareti olarak göğsüne bastırdığı kitabı mutlulukla yerine kaldırır. Bu sahne, neyi okumak gerekir diye soranlara verilebilecek en güzel cevabtır bir bakıma; neyi okuduğunuzun genellikle pek bir önemi yoktur, önemli olan okuyanın, neden okuduğudur.
Kültür kavramıyla anlatmak istediğim şey, Antonietta’nın romanı okumak istemesinde yatan eylemdir, çünkü değişmek; Mussolini, altı çocuk ve domuz bir kocanın sunduğu kapalı dünyadan çıkmak istemektedir. Dolayısıyla kültürün ihyâsı derken, “yüce” ve “aşkın” bir değerin yaşatılmasıyla ilgili soylu bir faaliyete işâret etmiyorum. Bize dayatılan, neredeyse zorla alıkonulduğumuz bir hayatın ötesine adım atmaya karar verme ânının tekrarlanmasını kastediyorum.
Kültür, ezilenlerin egemenlere karşı en büyük silahı, varkalma kaygı ve çabalarının değerli bir aracı, yalan dünyayı katlanabilir kılan meşru bir afyon, mücadelelerinin vazgeçilmez bir ifadesidir. Artık olanı (muhtemelen birileri, bunu “yüksek kültür” olarak pazarlıyordur), şimdilik bir kenarda bırakıyoruz. “Artık”la, edinmenin ekstra bir maddi kaynak gerektirdiği kültürel ürünleri kastediyoruz -bu ürünler zaten nitelik olarak vazgeçilebilirdir, pazar dolayımıyla ve ideolojik nedenlerle öne çıkartılmışlardır ve bir sürü kez, muhtemelen, benim gibi aşağıdan gelenlerin kolaylıkla künhüne varamayacağı bir semboller kümesine aittirler.
Burada, göreli aydınlanmacı küçük burjuva iyimserliğinin aşağıdakilere layık gördüğü, ezilenler için üretilen ve ezilenlerin, kurbanlık statüsünü belirginleştiren “ezilme” gerekçesiyle ürettiklerine razı olmamak gerekir. Dilin, anlamın ve aracın daha azıyla yetinmeyi marifet sanan her türden protesto zihniyeti reddedilmelidir. Eliot gibi gerçek muhafazakârların eğitimin ve kültürün demokratikleşmesinden duydukları endişenin haklı bir yanı vardır; ezilenler, elmanın içindeki kurt gibi, ancak kültürün bütününden faydalanabildiklerinde varlıklarını devam ettirebilirler.
Kültürün ihyâsı, her şeyden önce “ifade” ve “temsil” için gereklidir -bir sensus communis’in ferdi hâline gelebilmek için, beşeriyetin kucaklayıcı ve kapsayıcı tecrübesi aşağıdakiler için ekmek kadar mukaddes ve mukadder olmalıdır. Böyle bir kültür anlayışı (proletkült örneğinde açığa çıktığı üzere), geçmişin reddine ve geleceğin hazırlanmasına değil, yaşayanların direncine odaklanır. Kendi sınırlarının bilincindedir ve her durumda eklenebileceği daha evrensel bir zeminin arayışındadır. Geçmişte kötülük, varolanda burjuva lekesi keşfetmeye, gelecek bir kusursuzluk vaadiyle değil, bugünde konuşabilmenin imkân ve ihtimâline yönelir.
Kültürün bir hayat üslûbu sunduğu açıktır; bu nedenle, kültür deyince ortalığı bir faaliyet alanı (resim, tiyatro, heykel, müzik, sinema vs.) ve bu faaliyet alanının gerçekleşeceği fiziksel mekânlarla donatmak, ayrıca insanlar “kültür” yapsın diye “kültür salonu” inşâ etmek bu imkânı köreltmeye yarar ancak. Biz karabudun için, kültür incelmenin, nezaket sahibi olabilmenin, insan içine çıkabilmenin, kadın ve erkek yanyana durabilmenin, çocuklarımıza ve sevdiklerimize iyilik ve şefkât gösterebilmenin, kendimize ve başkalarına zarar vermeden yaşayabilmenin, başkalarından da bunu talep edebilmenin (ki başka bir talebimiz yoktur), eşit, özgür ve haysiyetli bir hayatı sürdürebilmenin bağlamı olacaktır. Bu bağlam, kendiliğinden “değer” ve “anlam” sorunlarıyla da yüzyüze gelmeyi sağlayacaktır. Hayatı anlamlı ve değerli kılabilecek, bunlardan başka bir üst ilke, bir aşkın anlam yoktur; başkalarına iletilemeyen, kapalı, başkalarıyla paylaşılamayan bütün o esoterik yücelik ve derinlikleri sahiplerine bırakıyoruz.
SONUÇ YERİNE
Bazıları bu tasarıda sınıf mücadelesinin, bazıları totaliteryanizme karşı özgürlükçü siyasetin, bazıları da belirli kimliklerin, bazıları burada benim aklıma gelmeyen ve kendi bağlamlarında değerli sayılabilecek bir sürü mikro hareket ve oluşumun daha genel bir tasarıyla kapsanamayacak yokluk ve yoksunluklarının yer almadığını söyleyeceklerdir. Her tasarıda olduğu gibi bu tasarıda da eksiklikler ve “beyaz yalanlar” var. Bu tür -kesinlikle haklı- eleştirilerle gelenlere iki şey söyleyeceğiz ve asla söylediğimizi kastedmeyeceğiz: Birincisi (devrimci bir yaklaşımı benimsediğimizi söyleyerek) gelecek olan toplumda bu sorunların hemen hepsinin giderek ortadan kalkacağı yalanıdır. İkinci yalan, tasarının “aslında” sınıf mücadelesini, özgürlük savaşı ve kimlik politikalarını eşdeğerli ve eşzamanlı sürdürdüğü, ancak “stratejik olarak” şimdi bunları “saklı tutmanın” daha yerinde olacağıdır (burada ise, “evrimci bir tavrı” savunduğumuzu belirteceğiz). Böylelikle, politik tasarının öncelikler meselesini de halletmiş olacağız. Öncelik, diyeceğiz, problemin tanımlanması ve değerlendirilmesidir. Oradan başlayacağız.
Bu tasarının, devrimci konformistler ve anarşist muhafazakârlar için, yol yorgunluğu ve kalp kırgınlığını gidermekte tesirinin ispatlanmış olduğunu belirteyim. İflâh olmaz kötümserler, düzen düşkünü iyimserler için maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Daha fazlasına da benim gücüm yetmez.
AHMET ÇİĞDEM
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).