Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında çalışmalar yürüten Ahmet Çiğdem “Toplumların hayatında her şeyi bir çırpıda değiştirecek bir ‘olay’ın varlığı nadirdir. Olsa bile oraya gelmek için bir yığın tecrübenin birikmesi gerektir. Siyasi bir figürün bir büyük ‘jestiyle’ tarihin akışını değiştirmesi de mümkün değildir” diyor.
Perspektif’teki ilk yazımın başlığı, “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok”tu (Şubat 2020). Elbette bir tür acilciliğe müracaat ediyor değildim, sadece, Türkiye’de olup bitenlere dair geleneksel ezberlerin ve tutumların değişmesi gerektiğine, “içerleme” ve “öfkeyle” hareket edilmesi durumunda karşımızdaki belâyı savuşturma imkânının tükeneceğine dair alçakgönüllü bir teklifti sunmayı umduğum. Şimdi Türkiye mühim bir seçimin eşiğinde ve deprem felâketinden sonra, sahip olduğumuz problemlerin nasıl çözülebileceğine ilişkin düşüncelerin bir tür soğukkanlılıkla ele alınması ihtiyacı eskisinden daha baskın. Şu hâlde ne yapılması icab ediyor diye sormak, bunun politik bir soru olduğunu bilmek ve cevabı politik bir hat üzerinde üretmeye çalışmak durumundayız.
KAÇINILMASI GEREKEN
Bir “kazanamasın” ve “kazanmalıyız” bloğu elbette anlamlı ancak bu bloğun oluşturulmasında, kabul edilmesi gerekir ki iktidar herkesten biraz daha fazla şansa sahip, çünkü hem herkesten biraz daha fazla imkânı var hem de bu konuda ihmâl edilmemesi gereken bir tecrübesi. Şu son onbeş yılda defalarca gördük ki, siyaseti böyle bir bağlama yönlendirdiğinizde, aynı bloğun nesnel karşılığı öteki tarafta, asabiyyası gayet sağlam ve bozulmamış durumdaki bu toplumda hiç de şaşırılmayacak bir hızla ve kolaylıkla ve bütün devlet imkânları vs. gibi Türkiye’de geleneksel olarak “sözü edilemeyecek” araçlarla kuruluvermiş oluyor. Daraltılmış seçenekler evreninde kamusalın ilgisinden kolaylıkla silinen ve ara bölgelerde hayat bulabilecek tartışma konuları da vasatın hararetiyle sonraki bahara bırakılıyor. Bu konular, hangi hat üzerinden bölünmüş olursa olsun, yahut bölündüğü varsayılmış olursa olsun, tam aksine, toplumun bir bütün olarak konuşmak, tartışmak ve kararlar almak isteyeceği konular olmalı. Neşeden değil, kederden, kaygıdan, tasadan. Tam da siyasetin, siyasal olanın inşâ edilmesinin “asli fenomenleri ve durumları”na gömülmek mecburi. Böyle bir imkândan vazgeçilmesi haklılaştırılamaz.
“Kazanmalıyız”ın siyasal aklı, topluma önce bir eşiği geçmeyi ve oraya kadar, kimi meseleleri ertelemeyi ve öbür durumda, iktidarın ekmeğine yağ sürüleceği uyarısında bulunmakta gecikmiyor. Herhangi bir görüşün, görüş olarak ilk karşılandığı uğrağın, iktidarın ekmeğine yağ sürülmekle karşılanması, muhalefetin, muhalefet fikrinin psikolojisinin pek de yerinde olmadığını gösterir. Aklı başında insanların, “pas güzeldi”, “fırsatı verdi, o da çaktı” dedikleri mevzuya bakıyorsun, Türkiye’de bir çok insanın ekmek yediği bir mevzu (benzetmeyi sürdürelim). Söylendiği bağlamın (olabilir bu siyaset sonuçta) işlevselciliğinden alıp başka bir düzeye ve isteme taşımak yerine, fikrin “pas ve fırsat” olarak câzibesine bakıyor ve başını olmazlayarak sağa sola çevirme ata sporunu canlandırıyor.
FARKLILIKLAR YAŞAMALI
Şu hâlde yapılması gereken bir taraftan reel politikanın ortaya çıkardığı bütün sorulara dair mümkün olduğu kadar yaygın ve kamusal bir tartışmayı başlatmak, bu konuda açık ve net olmak, hatta somut teklifleri dile getirmek. Muhalefet bloğunun aktörleri, elbette pratik kaygıları öne çıkaran homojen bir tasarıyı sunmaya gayret edecekler ancak, diğer taraftan, kendilerinin neden bu birliktelikte yer aldıklarını da anlatacaklar. Bloğun sağındaki ve solundaki aktörlerin yapmaları gereken, “karşı yaka” kadar, kendi taraflarına da, bu tarafların psikolojisini ve kırılganlığını elbette dikkate alarak, ancak bu dikkati mutlaklaştırmadan kendi siyasî ve sosyal taleblerini dile getirmeleri gerekecek. Bu bakımdan, muhafazakârların, sözgelimi Diyanet’in sahip olduğu ekonomik güçten soyutlanarak başka türlü örgütlenmesini, bu kurumun Türkiye’deki reliyarşik tahakkümün aracısı değil tam tersine, dinin laik bir devlet ve seküler bir toplum içerisinde varkalabileceği çoğulcu bir siyasi teklife sahip çıkmaları, Kızılay’ın lağvedilerek Hilâl-i Ahmer olarak başka bir teşkilât yapısına kavuşturulması gerekliliğini vurgulamaları yerinde olacaktır.
Ben Türkiye’deki eğitim ve sağlık kuruluşlarının ivedilikle “kamulaştırılması” gerektiğini düşünüyorum -liberallerin eskisiyle yenisiyle bu düşünceyi kahkahalarla karşılayacağını biliyorum ama onların da eğitim ve sağlık hizmetlerini medenî bir toplum için nasıl düzenleyeceklerini bilmek isterim. Eğer burada yeniden piyasaya tapınmak gerektiğinde direteceklerse, bunu da kuşkuyla karşılarım, çünkü o “piyasa” şimdiye kadar sorunun üreticisi, çözücüsü değil. Teorik olarak değil sadece, performans olarak da. Aradaki “farkın” kamusal söz olarak hayat bulması zorunludur.
Bu konuyu daha somut bir örnekle sürdürelim. Depremden sonra bir yığın yardım toplandı, hem maddi hem hizmet hem de araç gereç olarak. Özellikle maddî yardımların şeffaf bir bilançosunun sunulması gerekir. Deprem için ayrılan kaynakların miktarı ve bu miktarın hangi kalemlere ayrıldığını mümkün olabilecek en geniş düzeyde bilmek isterim. Egoist tutkuyu yenecek olan ve yurttaş olarak insanı değerli kılabilecek şey, gelenin ve gidenin rasyonel cetvelinin bilinebilirliğine duyulan güvenle daha fazlasını yapmak iştiyâkının mükafatlandırılmasıdır. Bunu kamusal harcamaların hemen hepsi için de pratik bir metod olarak geliştirmek de başka bir mecburiyettir. Üretilmesi, pazarlanması ve satılması bir sır olarak kalan savunma harcamalarının da şeffaflığa kavuşturulması şarttır.
Hayır, kılı kırk yaran akademik bir huysuzlukla ve kabulleri tasdik alamamış sinirli yurttaş kişisi edasıyla söylemiyorum bunları. Ötenaziyi, ekâliyet haklarını, bir takım “tercih ya da tercihlerin” içtimai olarak hayat bulabilmesini, eğitim denilen yetenek ve zaman çukurunu, kırkbin kişilik stadlar yerine, mesela beş bin kişilik stadlar yapılmasının hem kaynak kullanımı hem de verimlilik açısından daha doğru olacağını, dolayısıyla mevcut stadların bir kısmının hemen yıkılması ya da küçültülmesi gerekliliğini, “din görevlisi” yetiştiren lise ve yüksek okulların fazlalığını, kamuda yeterlilik ve şeffaflık ilkesinin minimal düzeyde uygulanması durumunda iktidarın bile bundan faydalanabileceğini, kimyasal ağrı kesiciler yerine tabii ve organik otların tıbbi gayelerle kullanılmasının sağlanmasını, devlet kurumlarının konut ve taşıt israfının kaçınılmaz müstehcenliğini, bazı üniversitelerin behemehal kapatılması zorunluluğunu, Türklerin tarihteki 37. devleti TOKİ İmparatorluğu’nun (sıralamada bir yanlışlık olabilir, ayrıca anılan müessesenin tarihi durumu TTK tarafından henüz açığa kavuşturulmamıştır) saltanatına derhal son verilmesinin getireceği sonsuz kazançları, yapılan bazı havaalanlarının işletilmek yerine göçmen kuşlar için barınak hâline getirilmesini…
Kazanamamaktan korkmuyorum; namuslu insanların kaybedenler kulübünün tabii bir üyesi olmak hissini çoktan içselleştirdiklerini biliyorum. Korkum ve kaygım, tam tersine, kazandıktan sonra her şeyin eskisi gibi devam edeceğine dairdir ve Türkiye’de eğer anlamlı bir siyaset yapılacaksa, bu korku ve kaygının üzerine gidilmesi gerekir çünkü çok ortak, çok tanıdık, çok yerleşik ve büyük bir derttir bu.
AHMET ÇİĞDEM KİMDİR?
Ahmet Çiğdem, 1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor.
Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).