Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk, Taha Akyol'un kaleme aldığı 'Neden 29 Ekim' kitabı üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.
Taha Akyol’un “Neden 29 Ekim” kitabını taze bitirdim. Aslında normal şartlarda kitabın bugüne ilişkin temel sistem tartışmalarına dünün benzerlikleriyle dikkat çekmek istemesi entelektüel bir gündemi yaratması beklenirdi. Ancak popülist siyaset bağlayıcılığı ve lümpen avamileşmenin oluşturduğu duyarsızlık ilgili kritiklerin yeterinin oluşamamasını teşkil etti. Belki de İronik bakış açısıyla bu duyarsızlık Akyol’u Kemalist ve Erdoğanist polemikler arasında sıkışmaktan da korudu.
Yazar “Neden 29 Ekim”de sistem tartışmalarını ele alırken arka planda II. Meşrutiyetten bugüne anayasal modernleşme serüvenimizin mukayeseli dününü ve bugününü bizlere yaşatmakta. Bu bir bakıma toplumsal odaklı değil devletin güvenliği odaklı tepeden inme aceleci bir modernleşmenin hikayesi. Osmanlı’nın çoğunlukla yolları İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (İTC) düşmüş bürokrat ve aydınları Cumhuriyetimizin 1960’lara kadar nitelikli kadrolarıydılar. Ne yazık ki Osmanlı’nın sonu veya Cumhuriyetin başlangıcı bürokrat, aydın ve hatta muhalefet kalitesi 60’lardan sonra hızlı bir ivme ile azalmış bulunmakta. Kuvvetler ayrılığı, partisiz Cumhurbaşkanı- devlet başkanı, ifade özgürlüğü veya güçlerin dengelenmesi gibi hususların tartışmaları bir bakıma II. Meşrutiyetten bu yana sinüzoidal biçimde siyasi hayatımızda gidip gelmekte.1Kitapta birkaç yerde özellikle 1909-1912 dönemi İTC yönetimi esnasında Kanuni Esasi kapsamında anayasal bir kuvvetler ayrığı ilkesinin varlığından ve çabasından bahsedilmekte. Ayrıca Akyol’un kitabında İTC yönetiminin bir ekonomi hedefi ve programı olduğu da geçmekte. İTC’nin İstanbul mütareke hükümetine kadar görünürde Kanuni Esasi’yi referans gösterdiği, ancak uygulamanın tamamen keyfi olduğunu da görebiliyoruz. Bu da muhtemelen ticaret ve bireysel hukukunu tartışmalı hale getirmişti. Bu durum İttihatçıların Kara Kemal önderliğinde iddialı ekonomi programlarını gerçekleştirememelerinin temel nedeni olarak durmakta. Bu aynı zamanda otoriter modernleşmenin yaşandığı Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki iktisadi gelişmenin vasat kalmasını da açıklamakta.
GAZİ VE KUVVETLER BİRLİĞİ
Gazi (M. Kemal)’in Kanuni-esasiye karşı Teşkilatı-esasiyeyi getirmesinde ana neden yeni bir devletin temerküzüydü. Ancak Teşkilatı Esasiye’nin temeli, Kanunu Esasi’den farklı olarak kuvvetler birliğini içermesiydi. Gazi kuvvetler birliği ve partili Cumhurbaşkanlığında kararlıydı. Muhtemelen Gazi ülkenin yeni devletinin anayasa eşiğini kriz olarak değerlendiriyor adeta “Büyük Zafer” öncesi aldığı olağanüstü yetki dönemiyle özdeşleştiriyordu. Kendisi, meclis otoriterliğini kişisel otoriterlikten daha tehlikeli gördüğünü de ifade ediyordu.2 Belki de muhalefet burada Gazi’yi olağanüstü yetkileri sadece sınırlı bir süre için kullanması iknası konusunda ısrarcı olabilirdi. Zira siyasi tarihimizde 60 ve 80 İhtilalleri sonrası bile sınırlı bir olağanüstü dönemlerden sonra tartışmalı da olsa demokratik hayata geçilebilmişti. Ayrıca süreli olağanüstü yetkiler normal dönemlerde ayrı krizlere neden olmayacak mıydı?3Yazar kitapta devrim yerine inkılap kelimesini yeğlemekte. Bu da muhtemelen Fransız, ABD veya Sovyet devriminden tarihsel, siyasal ve toplumsal olarak da Türk inkılabının farklı niteliğini vurgulama amacında. Atatürk’ün siyasi mücadelesini özetlediği “Nutuk” ise değerli bir kaynak olmasına karşın bazı siyasi muhaliflerine karşı ciddi önyargılar ve ötekileştirmenin izlerini de taşımakta.4Cumhuriyet’e belki de radikal devrimlere rahat zemin hazırlamak amacıyla da uzlaşmaya tamamen kapalılık, kuvvetler birliği, partili tek yetkili karizmatik Cumhurbaşkanı, ifade özgürlüğünün kısıtlanması-Takriri sükûn veya İstiklal mahkemelerinin keyfiliği ile otoriter bir başlangıç yapılması belki de bugünün tartışmalarına da kendilerini devletin sahipleri kabul edenlere referans olarak yansımakta. Bu anlamda 1924 TBMM’deki anayasa hak ve özgürlükler tartışmalarında bugünleri de anımsatırcasına ciddi bir popülizmin emarelerini de fark etmektesiniz.5Bu yansımayı sadece bugün “Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı” diye kendilerince adlandırılan sistemi savunanlar açısından görmemek gerekmekte. Bu durum “Neden 29 Ekim” de geçtiği gibi sadece muhaliflerin sindirilmesi, adeta ‘tekfir’ edilmesi süreci (İsmet İnönü’nün birkaç kayda değer çabası dışında) olarak değil aynı zamanda tüm Türk demokrasi tarihini de genelde uzlaşmaya kapalı hale getirmiştir.
MUHAFAZAKARLIK VE MUHALEFET
Kitap bir bakıma Cumhuriyetin kurucu muhalefetini, bugünlere mukayese edildiğinde dahi niteliğini ve gücünü dikkat çekici bir şekilde bizlere hatırlatmakta. Gerçekten de Hüseyin Rauf Bey, Karabekir Paşa, Refet Bey, Adnan ve Halide Edip Adıvarlar gibi birçok aydın ve bürokratın gerek Gazi’ye sevgilerinden, gerek Kurtuluş savaşına destekleri veya Cumhuriyet taraftarlıklarından şüphe dahi edilemezdi. Bu insanlar Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinde hep ülkeleri için mücadele etmişlerdi. Söz konusu aydınların eğitim, görgü, vizyon ve yabancı dil bilgileri şimdiyi dahi imrendirecek niteliklerdendi. Bunlar bize Osmanlı’dan intikal eden bir entelektüel mirastı.
Ne yazık ki köylülüğü dönüşememiş Türk Sağı bu entelektüel muhafazakâr Osmanlı mirasını idrak edemedi. Ağaoğlu Türk muhafazakarlığının dönüşmek zorunda olduğunu bu şekilde yozlaşmadan kurtulamayacağını söylüyor ve Rauf beyi de örnek veriyor. Bu anlamda Ağaoğlu’nun muhafazakâr yönü bilinen Rauf beyden bahsederken onun yüksek niteliğinden dolayı muhafazakâr olamayacağından bahsetmesi İronik ve düşündürücüdür.6 Belki de kitapta demokrasi yanlısı bu muhafazakâr aydın muhalefetin yanında İslamcı “mahalle” muhalefetinden de bahsedilmesi faydalı olabilirdi.
Gazi Mustafa Kemal belki de Rauf Bey, Ali Fuat Paşa ve Karabekir Paşa’yı da yanına alıp demokratik Cumhuriyeti tercih edebilseydi yine Gazi’nin lider olduğu İsmet Paşa dahil diğerlerinin de “Kurucu babalar” olduğu bir demokratik Cumhuriyetin kendisini ve geleneğini oluşturabilirdi. Muhtemelen bu durum bizi bugünkü tartışmalara sokmadan ötekileştiren bir devlet ideolojisi Kemalizm yerine muhalif entelektüellerin de katkısıyla mahallelinin de benimseyebileceği bir Anadolu aydınlanmasının yolunu açabilecekti. Muhtemelen otoriter bir modernleşmenin yan etkilerini değil demokratik bir modernleşmenin pozitif mirasını yaşayabilecektik.
BASINDA MUHALEFET
Burada Hüseyin Cahit, Ahmet Emin gibi seküler ve Velid Ebuzziya gibi muhafazakâr aydınların kuvvetler birliği ve partili Cumhurbaşkanı mahzurlarına ilişkin sayısızca ikazlarını da hatırlamak gerekir. Hüseyin Cahit sekülerdi ancak Hilafetin kaldırılmasına karşı çıkıyordu. Gerekçesi Kurtuluş savaşında bize yardım eden İslam dünyasının Hilafet bağını göz önünde bulundurmasıydı.7 Bugün bile söz konusu CB Sistemi 2018’de getirilirken sistemin muhalifi aydınlar o dönemki eleştiri performansını yakalayamamışlardı.
Gazi’nin başlarda belirttiğimiz gibi talep ettiği olağanüstü yetkiler, milli kurtuluş savaşını kazandırmaya vesile olmuştu. Kendi açısından bu yeni devletin inşası için meşruydu. Bu dönem için “Meclis hükümet sistemi”8 denilen yönetim tarzının sürmesi mümkün değildi. Çevresindekiler de Gaziyi artık muhalif istemiyoruza ikna etmeye çalışıyorlardı. Sistem artık Cumhuriyet Halk Fırkası üzerinden yönetiliyordu. Hakeza bürokrat atamaları da buna dahildi. Benzer örnekler muhalif istemiyoruz veya tatlı su muhalefeti tartışmaları ile adeta bugünün Türkiye’sini anımsatmakta.
O dönemi değerlendirirken belki İslamcı, seküler veya Kemalist yatay çizgiler üzerinden tanım yapmak yeterli olmayabilir. Zira iktidar Gazi yanlısı ulemadan Hasan Basri Çantay ve Rıfat Börekçi olabildiği gibi muhalefette de Ahmet Emin gibi sekülerler de yer alabiliyorlardı. Baktığınızda Cumhuriyete giden yolda tüm aktörlerin; muhalefet, sekülerler ve Meclis başkanı M. Kemal gibi farklı gizli ajandalarının olduğunu söylemek mümkün gözükmekte.
Kitapta aldığım İslamcı Türk Sağının ilgisini çekecek notlardan biri de İzmir’in işgali üzerine tepkisini göstermek ve dertlerini paylaşmak üzere Vahdettin’den randevu isteyen Halide Edip önderliğinde bir grup Darülfünun öğrencisine Saraydan rahatsızlık gerekçesiyle randevunun verilmemesiydi.
İNKILAPÇI YAZARLAR
Gazi’nin yanında İsmet bey gibi makul insanlar bulunmasına karşın sürekli kendisini ajite etmeye çalışan Yunus Nadi, Tunalı Hilmi, Suphi Nuri beyler gibi insanlarda vardı. Hatta bu müfrit taraftarlar bugünü andırır” İç düşman” konseptiyle veya Alemdar vakası distopyasıyla İstanbul aydınları ve muhalefeti Gazi nezdinde tekfir etmeye çalışmışlardı.10 Hatta Nadi çılgınca tahriklerini Fransız ve Amerika ihtilalleriyle pekiştirmeye çalışıyordu.
Bugünkü Anayasa mahkemesi tartışmalarını anımsatırcasına, Cumhuriyetin ideoloğu kabul edilen Ziya Gökalp de Küçük Mecmua dergisinin Aralık 1922 sayısında çıkartılan kanunların Anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir Yüce mahkeme-Anayasa mahkemesi gerekliliğini hatırlatıyordu.11 Ne yazık ki bu yüce mahkeme fikri Ahmet Ağaoğlu dışında muhaliflerde dahil pek aydınların ilgisini çekmeyecekti.
İşin ilginç ve üzücü olan tarafı Millî Mücadele dönemi muhalefetin eleştiri özgürlüğüne saygılı olan Ankara’nın zaferden sonra tavır değiştirmesiydi. Kurtuluş savaşı döneminde bütün olan aydınlar ise artık sert bir ihtilaf içindeydiler.
İSMET PAŞA FAKTÖRÜ
Kitaptan aldığım notlar doğrultusunda Atatürk’ün de güvenini kazanabilmiş ve yanından ayrılmamış İsmet İnönü’nün demokrasi ve normalleşme tarihimizde rolünü anmadan geçemeyeceğiz. İnönü iktidarı döneminde sürgün ve sindirilmiş aydın ve kahramanları kazanmaya çalışmıştır. Haklarını iade ve onore etmiştir. Rauf beye 1945’te “gelin Terakkiperver Fırkasını tekrar kurun” teklifi dikkat çekicidir. İnönü’nün Celal Bayar’a kuvvetler ayrılığını tesis edelim diye çağrı yapması ancak Bayar’ın kuvvetler birliği ısrarı notlar arasındadır.
Bugün nereden bakarsak bakalım II. Meşrutiyetin bizlere kazandırdığı toplumsal hikâyenin kazanımlarını kullanabilmekteyiz. Anayasal kuvvetler ayrılığı, şeffaflık ve denetim tartışmaları 1909’dan bu yana hiç değişmemiş durumda. Bu konularda 1909 Teşkilatı esasi, 1961 Anayasası umut vericiydi. Temel sorun işleyen bir devlet mekanizmasının gelenek ve süreklilik içinde tesis edilmemesi halen gözükmekte. Olağanüstü denetlenemeyen yetkiler kuvvetler birliği ile 300 yıla yakın yenilenme-modernleşme akışımızı devlet geleneğini sekteye uğratmaktadır.
Akyol’un kitabı bize sadece 29 Ekim 1923’e değil, 23 Temmuz 1908 ve 16 Nisan 2017’ye de sürükledi. Benzer kaygıları yaşattı ve alamadığımız dersleri defalarca hatırlattı.