Karar yazarı Şule Demirtaş, yakın dönemdeki makalelerinde sekülerleşme ve din zihniyetinin dönüşümleri hakkında özgün görüşler ileri süren Esat Arslan’la Türkiye’deki siyasi yapının toplumsal karşılıkları üzerine söyleşti.
ŞULE DEMİRTAŞ
Esat, sen iki hafta kadar önce perspektif.online sitesinde ‘Şerif Mardin’den mülhem’ alt başlığıyla günümüz sekülerleşmesinin dinamiklerini etraflıca anlatan, oldukça dikkat çeken bir makale yazdın. Senin 2001-2004 arasında üç yılın da Sabancı Üniversitesinde Şerif Mardin’in dizinin dibinde geçti. Bir ilahiyat düşünürü olmana rağmen sosyal ve siyasal teoriye merakın her eserinde belli oluyor. Şerif Mardin’in de yıllarca Türkiye İslamcılarını bedel ödeyerek sahiplendiğini biliyoruz. Makalenden mülhem sorayım, sence Şerif Mardin bugün yaşasaydı Türkiye’deki İslamcı siyasi iktidarı nasıl ele alırdı?
Ben Mardin’in artık hepimizin malumu olan iki kavramını, yani mahalle baskısı ve merkez-çevre diyalektiğini ve pek üzerinde durulmayan başka bir düşüncesini, yani Kemalizm’in kurum mantığına karşı savaşan İslamcıların ilişkiler mantığını işleyeyim.
Önce mahalle baskısı?
Malum sen de Ayasofya Camii üzerine köşe yazından dolayı şu anda linç yiyor durumdasın. Mahalle baskısının ayyuka çıkmış hali senin yaşadığın bu durum.
Şerif Mardin bu tehlikeyi dile getirdiğinde ne söylediğini çok iyi biliyordu. Fakat o dönemde bizim İslamcılar iktidarda olmanın kibriyle onları yıllarca desteklemiş Şerif Hoca’yı linç ettiler. Şerif Hoca bir süre medyada konuşamaz hale geldi.
İnsan haklarına dayalı bu demokratik ülkede bir insanın Mustafa Kemal’i sadece sevmiyor olmasının bir suç olarak algılanmasının ne kadar absürt olduğunu düşünebiliyordu o dönem AK Partili İslamcılar. Ama ne yazık ki hakkaniyet duygumuz o kadar zayıf ki bir insanın “Ayasofya keşke cami yapılmasaydı” diyerek özgürce fikrini beyan etmesi linç yemesine sebep oluyor.
Medyaya yansımıyor ama şu anda ülkemizde mahalle baskısı çok yoğun yaşanıyor. İlahiyat fakültelerinde geleneği eleştiren düşünürlerimiz yoğun baskı altında. Taşra üniversitelerinde hâkim İslam anlayışına aykırı en ufak fikri olan gençler ağır baskı altında kalıyor. Bunların haberi medyaya sızmıyor, ama bana geliyor. Bir yayınevi sahibi dostum söyledi. Liselerde de durum aynıymış. Geleneksel İslam’ın normlarına aykırı en ufak davranışı olan gençler öğretmenleri, arkadaşları, aileleri vs tarafından sessiz ve yoğun bir baskıya maruz kalıyormuş. Birkaç hikâyeyi bizzat yaşayanlardan dinledim. İnsanın içi acıyor. Kavgayı göze alamadıkları için baskıyı yutuyorlar, fakat ilk fırsatta mahallelerini terk ediyor pek çok genç. Bugünkü sekülerleşme dalgasında bu baskının payı çok büyük. Kimseyi suçlamak istemem, ama toplumda hâkim olan geleneksel İslami normlar ile gençlerin medyada özendiği hayatlar arasında ciddi çatışma var. Ve bu baskıyı hisseden gençler bunu sorumlusunun İslam olduğunu düşünüp İslam’dan tümden uzaklaşabiliyor. Oysa sanıyorum geleneksel İslam’ın çağa yanıt verememesiyle ilgili bir sorun var.
Bu baskı sadece İslami mahallelerin kendi dinamiklerinden mi kaynaklanıyor? Yoksa siyasi iktidarın da bu baskıda payı var mı?
Ben Tayyip Erdoğan’ın tercihlerinin son kertede belirleyici olduğunu düşünüyorum. Erdoğan 15 Temmuz’dan sonra kadın hakları örneğinde “Güncelleme” diyerek modern ve özgürlükçü bir İslam’a kapı açmak istedi. Fakat iki şeyi gördü: Özgürlükçü Müslümanlar kişiye değil, ilkelere bağlı. Bugünkü geleneksel Müslümanlar ise “ulülemre itaat her halükârda farzdır” diyor. Yani Erdoğan’ın bu güncelleme söylemiyle özgürlükçü Müslümanların sadakatini kazanamayacağı gibi, geleneksel sadık kitlesinin gönlünü kırma tehlikesi de vardı. Erdoğan geleneksel İslamcılara bu desteği vermese bu baskı bu kadar yoğun yaşanmaz. Zaten senin şu anda Ayasofya meselesinden dolayı linç ediliyor olman da neredeyse tamamen bir lider olarak Erdoğan’a muhalefet etmiş olmanla ilgili. Ayasofya kutsal olduğu için değil, Erdoğan’a muhalefet ettiğin için linç yiyorsun.
Sen mahalle baskısının İslami kökenini neye bağlıyorsun?
Kesin konuşamam. Ama bizim bağlamından hayli saptırılmış bir ‘mürtet’ kavramımız ve kendisine muhalefet etmenin yasak olduğu ümmet ve icma kavramlarımız var. Kuran’da kişi isterse İslam’a üç defa girer ve İslam’dan üç defa çıkar. Bu onun özgürlüğüdür. Kimse de ona dokunamaz. Ama tek bir bağlamından kopuk hadis ümmetin ortak kabulüne aykırı düşünen insanı dinden çıkmakla ve ölüm cezasıyla karşı karşıya bırakıyor. Ümmeti terk eden eline silah alıp ümmete saldırsa, tabi ki ona silah çekersin. Hazret-i Peygamber bunu kastediyor. Fakat Kuran’ın açık hüküm değil de, hadisteki tahrif edilmiş hüküm geleneksel fıkhımıza hükmediyor. Bugün böylesi insanları öldürmüyoruz, ama cemaatin icmasına muhalefet eden insanı linç ediyoruz.
Bu kültür sadece İslami camiada kalmıyor. Şerif Mardin’in kitaplarında görürsünüz: dini mirasın laik kültüre intikali bu kafa yapısını devam ettiriyor. Örneğin ümmetten millete geçerken milletin de ümmet gibi iç çatışmayı meşru görmeyen bir tarzda kavranışı, laiklerimizde de kendi cemaatlerine muhalefeti cemaate ihanetle eş tutmaya meylettiriyor. Yıllarca ülkemiz ‘meşru muhalefet ahlakının yokluğunun ceremesini çekti. Şerif Mardin hep vurgulardı bunu.
Merkez-çevre diyalektiğine geçelim. Bu uzunca bir süre gündemde yer tuttu. Ve çok tartışıldı. AK Partili İslamcılar da bu analizi çok sevdi. AK Parti iktidarından sonra merkez-çevre diyalektiğine ne oldu?
AK Parti merkezi işgal etti. Fakat çevrenin dar ufkundan sıyrılamadı. Burada Mardin’in bu makalesini tamamlayan bir kitaptan alıntı yapayım: Metin Heper’in Merkez’in vizyonunu uzun uzun anlattığı Türkiye’de Devlet Geleneği adlı kitabı. Heper’e göre Türkiye’de siyasi partiler kendi dar cemaat ufuklarını aşamaz. Bu partiler kendilerini ülkenin bütününe karşı sorumlu hissetmez ve ülkenin uzun vadeli gerçek sorunlarına çözüm bulacak bir siyaset izlemez. Böylesi durumlarda merkez (yani Heper için TSK) devreye girmek zorunda kalır. Ve TSK ülkenin bütününü ve geleceğini teminat altına alacak gerekli reformları yaptıktan sonra, Afrika ve Latin Amerika’daki orduların aksine, siyasetten geri çekilir ve ülke yönetimini yine demokratik seçkinlere bırakır.
Bu TSK’yı hayli romantize eden bir görüş ama ciddi bir haklılık payı var. Çünkü Türk siyasetinde, gerçekten de kendi mahallesinin dar perspektifini aşıp da bir bütün olarak ülkeyi, ülkenin her rengiyle insanını ve devletin gerçek çıkarlarını dert edinen siyasi lider bulmak kolay değil. Tayyip Erdoğan 15 Temmuz’dan hemen sonra bir ara gerçekten ülkenin tümünü sahiplenmek isteyen bir tavır içine girecek gibi oldu. “Mustafa Kemal’i bize çok yanlış tanıttılar. Hakaretler ettirdiler. Daha yeni anlıyorum Mustafa Kemal’in büyüklüğünü. Tabii ki eleştireceğiz ama saygıyla” diyerek sadece dindar cemaati değil laik cemaati de kendi vatandaşı gibi görecek oldu. O ara daha öncesinde ağır kavga ettiği Fazıl Say’la da barışacak gibi de oldu. Çok önemli bir adımdı bu. Hatta yine o dönem devletle iltisaklı Haydar Baş’ın cemaatinden başörtülü bir kadın Mustafa Kemal’le barışma hamlesi başlattı.
Fakat yine Tayyip Erdoğan bu tercihle kendi mutaassıp seçmenini kırdığını ve Mustafa Kemal’le barışmanın ona fazladan oy getirmeyeceğini gördü. Ve bu doğru siyasetten vazgeçip seçimlerde laik-dindar kutuplaşmasını kızıştırma siyaseti izlemeye devam etti. Ülkesine sorumlu bir devlet adamı sırf daha fazla oy alacağım diye 27 Nisan’da bitmiş bir kavgayı çözümü imkânsız bir kan davası haline getirmez.
Tayyip Erdoğan kendini ülkenin tüm renklerine karşı sorumlu gören bir devlet adamı gibi hareket etmiyor. Yani Mardin ve Heper’in izinden gidersek “merkez bilincine” sahip değil. Hala halkı kutuplaştırma pahasına seçmenini yanında tutma siyaseti izliyor.
Sadece Tayyip Erdoğan mı? Kadrolar, kurmaylar?
Evet, bu Tayyip Erdoğan’ın şahsına has değil, yanındaki entelektüel kadro da merkez bilinciyle, devlet adamı sorumluluğuyla hareket etmiyor. Ülke ağır bir ekonomik ve demografik kriz yaşarken, gençlik hayattan bezmiş ve gelecekten ümidini tamamen yitirmiş bir halde kolektif depresyon halindeyken “Türkiye Yüzyılı Başlıyor” ve “Doğru Zaman, Doğru Adam” diyerek propaganda yapmak en hafif tabiriyle samimiyetsizliktir. Ülkeyi çökertebilecek bu ağır sorunlar biline biline bu seçimlerde halka sistematik olarak yalan söylendi. Gerçek bir devlet adamı kendine güvenen halkın gözlerinin içine bakıp da iki saat boyunca ona yalan söylemez.
Bu fark gerçek devlet adamı olmak ve olmamakla ilgili bir şey ve bu mesele de bizi Şerif Mardin’in üzerinde hiç durulmamış üçüncü temasına getiriyor. Yani 2004 yılında AK Parti henüz iktidara geldiğinde yazdığı çok önemli makale.
Kemalizm’in kurumlar inşa ederek siyaseti örgütlemesine karşı Tayyip Erdoğan’ın insan ilişkileri ağı inşa ederek siyaseti şekillendirmesi meselesi?...
Evet. Bu ayrım Mardin’in ünlü İslam tarihçisi Marshall Hodgson’dan aldığı bir ayrım. Fakat çok iyi işliyor bu ayrımı Mardin. Gerçek bir devlet adamı kendisinin fani fakat ülkesinin ve devletinin baki olduğunu bilir ve kalıcı kurumlar inşa eder. ABD’yi kuranlar bunu çok iyi biliyordu ve muhteşem ve bugün bile eskimeyen bir anayasa yazdılar. Rusya’da Büyük Petro tüm yanlışlarına rağmen şahane bir bilim akademisi kurdu ve bu akademi sayesinde Rusya bugün silah konusunda ABD’yle boy ölçüşebiliyor. Mustafa Kemal de zaruret gereği tek adam yönetimi sergiledi ve ciddi hatalar da yaptı, fakat tüm siyasetini sağlam kurumlar inşa etme üzerine şekillendirdi. 1960 ve 1980 darbecileri bile devlet adamlığının bu en temel gerçeğini biliyordu. Şu anda ise bu devlette her şey tek bir kişinin keyfi iradesine bağlı. Ve siyasetteki her şey çatışan farklı hizipler gölgesinde kişiye sadakat etrafında şekilleniyor.