‘Ütopyanın Sesleri’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, modern çağın kurucu olay ve fikirlerine kuşkuyla bakan Leo Strauss’un, muhafazakâr düşüncenin en özgün temsilcilerinden biri olduğunu kaydediyor.
HALİL TURHANLI
Leo Strauss siyasi muhafazakârlığının doruğunu temsil ediyordu, muhafazakâr düşüncenin en önemli, en özgün temsilcilerinden biriydi. Özelikle geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni-muhafazakârlar onun düşüncelerini heyecan verici buldular. Chicago Üniversitesi’nde dersler verdiği yıllardaki öğrencileri onun mirasını sahiplendiler ve kendilerince değerlendirdiler. Bunlardan bir kısmı George W. Bush yönetimine rehberlik etti, yön verdi. Weekly Standart’ın yayıncısı William Kristol gibi bazıları Amerikan kültür ve düşünce dünyasında hegemonya kurmaya çalıştılar. Strauss’un takipçileri arasında Yüksek Mahkeme yargıçları da vardı. Fakat onun salt bir yeni-muhafazakâr ikon olarak portresini çizmek fazlasıyla yüzeysel bir yaklaşım olur. Tarihselliği reddederken, günümüzün sorunlarını çözme açısından modern öncesi felsefenin geçerliliğinde ısrar ederken, muhafazakâr tezlerini en belirgin biçimde savunurken bile onun düşüncesindeki özgünlük ve derinlik fark edilir.
Strauss’un muhafazakârlığı bir siyasi ılımlılık biçimiyle yakından ilgiliydi. Platon’u yorumlarken Devlet’teki eylem “bir ölçülülük eylemidir” der. ( 2024: 96). Antik Atina’daki toplumsal ve siyasal düzeni benimsemesinin ve yüceltmesinin nedeni de budur. Her konuda ılımlılık. Siyasette, cinsellikte, para kazanma konusunda kendini dizginleme, aşırılıklardan uzak durma. O değişim yönünde atılmış her adımı radikalizm kapsamında görüyor ve bundan endişeleniyor, korkuyordu.
Leo Strauss 1899’da üniversite şehri Malburg çevresinde kırsal bir yerleşimde, Kirschain kasabasında doğdu. Muhafazakâr bir çevreydi Orada yaşayan Yahudiler şehirlerdeki liberal Yahudilere gibi değillerdi, geleneklerine çok bağlı, modernleşmenin güçlerine karşı dirençliydiler. Ama bu çevrede. anti-semitizm de yaygındı ve giderek örgütlü bir siyasi hareket haline geldi. Anti-semitizm Leo Strauss’un bir çocuk olarak, bir yeni yetme olarak güvenlik duygusunu sarstı. Sürekli zulüm, cezalandırılma infaz korkusu içinde yaşadı. Arkadaşı Hans Jonas ‘inanılmaz derecede endişe eden bir insan’ olduğunu söylemişti.
Leo Strauss modern çağın kurucu olay ve fikirlerine hep kuşkuyla baktı. Yayınlanan ilk yazılarından itibaren Aydınlana rasyonalizmini, bunun entelektüel temellerini ve kaynaklarını sorguladı.
Aydınlanma’nın Kutsal Kitap anlatılarını reddettiğini, çağdaş Yahudiliğin Aydınlana tarafından şekillendirildiğini ileri sürerek buna karşı özgün Tevrat Yahudiliğini savundu. Alman asıllı Yahudi filozofa göre din, dinsel geleneklere bağlılık istikrarlı bir toplumsal düzen için gerekliydi. Aydınlanma bütün bu bağları çözmüş ya da zayıflatmıştı. Weimar Cumhuriyeti gibi liberal demokrasiler bu dinsel geleneklerin gerekliliği görememiş, vatandaşlarına dini temel sunamamış; bu nedenle istikrara kavuşamamış ve uzun süre ayakta kalamamıştı.
Ona göre modern çağın siyasi sorunları aslında felsefi sorunlardı; bunların üstesinden klasik felsefe ve siyaset kuramlarına dönüşle gelinebilirdi. Bir başka ifadeyle, klasik dönemin siyaset felsefesine ilgisinin temelinde Aydınlanma gibi modern çağın büyük olaylarının yol açtığı bunalım bulunuyordu. Modern siyaset felsefesi klasik siyaset felsefesinin üzerine inşa edilmişti, ama onu dönüşüme uğratmıştı. Bu dönüşüm de sorunları klasik felsefenin ‘özgün terimleriyle’ ele almayı imkansız kılıyordu. ( 2024: 11).
Leo Strauss 1920’lerin sonunda Carl Schmitt ile dosttu. Schmitt, Hitler’in iktidara gelmesinden kısa süre önce Strauss’un Fransa’ya gitmesinde yardımcı oldu. Strauss orada monarşiyi savunan, aşırı sağcı, anti-semit Charles Maurras ile tanıştı. Paris’ten C Schmitt’e gönderdiği mektupta Maurras ile tanışmasını öneriyordu.
Carl Schmitt savaşta yenilmiş, Versailles Anlaşması’yla ağır barış koşullarını kabule zorlanmış Alman halkının eziklik duygusuyla, incinmiş gururuyla yaşadığı kararsızlık ve karmaşanın, Weimar’daki politik istikrarsızlığının üstesinden gelebilmek için. Neo-Hobbescu bir politika teorisi geliştirdi. Hobbes’un düşüncelerinin yaşanmakta olan istikrarsızlığa, modern liberalizme panzehir olarak görüyordu. Schmitt liberalizmi açıkça reddediyordu. Strauss da liberalizme dost değildi ama Hobbes’u farklı okuyordu. Ona göre insan tutkuları hakkında gerçekçi görüşlere sahip olan Hobbes’un devlet teorisi liberalizmin panzehiri değil, liberalizmin temeliydi. Liberal kültür gücünü ve kaynağını eşitsizlikten alan doğal düzene müdahale etmiş, düzeni bozmuştu. Hobbes bu bozulmanın failiydi.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da devlet ideolojisine dönüşen resmi Marksizme alternatif olan Batı Marksizmine bağlanan ve bu geleneği tarihsel analizleriyle zenginleştiren İngiliz tarihçi Perry Anderson çoğu daha önce LRB’da (London Review of Books ‘da) yayınlanan yazılarını Spektrum başlıklı kitabında biraraya getirmişti. ‘Tavizsiz Sağ’ başlıklı makalesinde muhafazakâr düşüncenin yirminci yüzyılda sol düşünceyi kuşatma altına alan en önemli temsilcilerini değerlendiriyordu; Leo Strauss’u da aralarına dâhil etmişti. ‘Tavizsiz Sağ’ın düşünürlerinin ortak noktaları eşitliğe dayalı demokratik düzeni kendilerince riskli bulmaları ve kuşkuyla bakmalarıydı.
Perry Anderson “Tavizsiz Sağ”ın katekhon olduğunu söyler. Bu, Carl Schmitt’in hukuk ve politik teorisinde önemli yere sahip bir kavramdır. Kökleri Ermiş Pavlus’un Selaniklilere İkinci Mektubu’ndadır. Pavlus, Kurtarıcı gelinceye kadar yeryüzünde kötülükleri dizginleyen güçten söz eder. Carl Schmitt’in düşüncesinde de katekhon köklü toplumsal değişimleri önleyici, durdurucu, geciktirici güç anlamına gelir. Ona göre Avrupa’da büyük altüst oluşları devrimleri önlemiş olan Katolik Kilisesi bir katekhon’dur. Perry Anderson da Leo Strauss ve “Tavizsiz Sağ”ın diğer muhafazakâr düşünürlerinin geçen yüzyılda solun önünde barikat kurduklarını belirterek onları katekhon olarak niteler.
Strauss klasik siyaset felsefesini yeniden keşfetmek ve canlandırmakla ünlüdür. Platon ve Sokrates hakkındaki yazı ve yorumları külliyatında önemli bir yer kapsar. Onun “ bütün zamanların en tanınmış siyaset eseri “ olarak nitelediği Devlet ‘te demokrasiye karşı Atina’nın erdem ve adaleti amaçlayan aristokratik eski düzeni savunulur.
( 2024: 93 ). Yenileşme ve demokratik bir rejime geçişte çürümenin havası vardır. Strauss Platon’daki eşitlikçilik karşıtlığını olumlar ; çünkü onun muhafazakarlığının temelinde de eşitlikçiliğe muhalefet yer alır , doğal eşitsizlik üzerine kurulu bir düzenden yanadır.
Strauss’un muhafazakârlığının ılımlılıkla bağlantılısından söz etmiştim. Devlet okuması bu bağlantıyı ortaya koyar. Devlet’teki” eylem bir ölçülülük eylemidir “ der ( 2024:96). Ancak burada vurgulanması gereken bir husus söz konusu. Leo Strauss’un Platon’u hiç beklenmedik bir anda ve kolay fark edilmeyen bir biçimde demokrasinin yanında yer alır. Daha açık bir ifadeyle, Platon demokrasi dosttu bir düşünür olmasa da sorunları ortaya koyma ve tartışmaya açma yöntemi demokratiktir; çünkü diyalog bir iletişim biçimidir ve “İletişim birlikte yaşamanın bir aracı olabilir” (2024: 80).
Platon’un Devlet’inde aralarında öğretmeni ve dosttu Sokrates’in bulunduğu bir grup insan adalet konusunda konuşur, sohbet ederler. Platon konuşanlardan biri değildir. Platon için diyalog ciddi felsefi ve politik sorunları tartışmaya açmanın demokratik bir yöntemiydi. Herkes konuşabiliyordu, söz alabiliyordu; şehre dışarıdan gelen yabancılar da tartışmaya katılabiliyordu; örneğin Devlet’deki Elealı yabancı. Hiç kuşku yok, yabancılar ile tartışmak, onlarla sohbet etmek demokratik bir tutumdur.
Leo Strauss, Sokrates bir “ironi ustası” olduğunu ve ironi yapan kişinin kendi değerini hafife aldığını, bu nedenle ironinin özünde tevazu ile ilgili olduğu, ironiye ancak tevazu sahibi kişinin başvurduğunu belirtir (2024: 78). İronik yüce gönüllüdür, üstünlüğünü asla ortaya koymaz, kendi değerini ‘soyluca’ gizler. (2024:79). Strauss’un nazarında Sokrates tam da böyle bir insandır. Üstünlüğünü öne sürmemek demokratik tutumun bir başka örneğidir. Şu halde Atinalı bilge kendini şehrin diğer insanlarından, tartıştığı hemşerilerinden üstün görmüyordu. Sokratik diyaloglar eşitler arasında cereyan eden tartışmalardı. Bu da Platon’daki tartışma yönteminin demokratik olduğunun bir diğer kanıtı.
Platonik diyaloglarda Sokrates sadece seçkin kişilerle tartışmıyor, sadece onlarla iletişim kurmuyordu; kamuya açık yerlerde, pazaryerlerinde halkla da tartışıyordu. Esasında dramatik bir diyalog olan Sokrates’in Savunması’nda ölüm cezasına çarptırılan filozof Atinalı yurttaşlarıyla sohbet havasında ömrünün muhasebesini yapar. Demokrasi özünde muhabbet kültürü değil midir?
Geçen yüzyılın (değişik derecelerdeki) iki muhafazakâr düşünürünün Platon yorumlarını kıyaslamalıyız. Leo Strauss Platon’u modern çağın sorunlarının da üstesinden gelebilecek bir antik çağ bilgesi olarak görüyordu. Bazılarının bir soğuk liberali olarak kabul ettikleri Viyana doğumlu Karl Popper ise tam aksin Platon’u açık toplumun düşmanlarından biri ve modern çağın birçok ciddi sorununun kaynağı sayıyordu. Popper 1930’larda Nazizmin önce Almanya’yı ve kısa süre sonra da Avusturya’yı etkisi atına alması üzerine Yeni Zelanda’ya iltica etmiş, modern siyasal düşüncede büyük etki yarayan Açık Toplum ve Düşmanları’nı orada kaleme almıştı. Siyasal alanda totalitarizmin kökenini klasik felsefenin en büyük temsilcilerinden Platon’a dayandırıyordu. Kısacası Strauss, Platon’da modern çağın sorunlarının çözümünü bulurken Popper onu aynı dönemin sorunlarının nedeni olarak görüyordu. Dahası, Strauss “açık toplum” kavramını Popper’den önce ama ondan çok farklı bir anlamda kullanmıştı.
Kaynaklar:
Anderson, Perry (2017), Spektrum, çev.S. Oğuz-S.Kılıç, İletişim Yayınları
Birler, Ömür (2024), “Felsefeyi Korumak Gerekir: Leo Strauss’un Eşitlikçilik-Karşıtı Muhafazakarlığının Temellerine Dair” Kültür ve İletişim, Yıl 27, Sayı 53
Strauss, Leo, Şehir ve İnsan (2024), çev. B. Akar, Babil Kitap