Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, Cağaloğlu Yokuşu’nun Ankara Caddesi’ne kavuştuğu yerden yukarıya doğru yürümeye devam ediyor...
Geçen yazımda Akşam gazetesinden palamarı çözüp Cağaloğlu Yokuşu’nun başına inmiştim ama Çetin Altan için Akşam gazetesine yeniden döneceğimi baştan söyleyeyim. Bu arada, unutmuştum, Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Saadet İş Hanı’nın dördüncü katında Fethi Naci’nin Gerçek Yayınevi’nin olduğunu bana Besim Dalgıç anımsattı. Müsâadenizle, Fethi Naci’yi “Edebiyatımızın Beyoğlu” faslına bırakıp, Cağaloğlu Yokuşu’nun Ankara Caddesi’ne kavuştuğu yerden yukarıya doğru yürüyeceğim. Ancak, sağdaki 51 numaraya, yani Kemal Karatekin’in ‘62 yılında kurduğu Tekin Yayınevi’ne, Kemal Bilbaşar’ın ve Oğuz Özdeş’in kitaplarını almaya girmeden önce, içime bir kurt düşüyor. Başımı çevirip, az aşağıya baktığımdaysa, 49 numaradaki Rafet Zaimler Kitabevi’ni atladığımı şıppadak anlıyorum. Sadece onu mu, hayır, Ahmet Halit Kitabevi’ni de ıskalamışım. Oysa, Şevket Mocan, güzeller güzeli karısı Sara Hanım’ı baştan çıkaran Vâ-Nû’yu vurup öldürmek için 8 Nisan 1930 sabahında Ahmet Hilmi Kitabevi’nin önünde pusuya yatmıştı.
Vâ-Nû’daki ahlâksızlığa bakın, Şevket Mocan’ın karısı Sara Hanım canciğer arkadaşı Nâzım Hikmet’in teyzesiydi, bizimkinin aklı daha çok maslahattan çalıştığından, en iyi ihtimalle, bir ân için Nâzım’ın Sara Hanım’ın yeğeni olduğunu unutmuş olabileceğini söyleyelim. Her neyse, kadın konusunda Bâb-ı Âli’nin en arsız gazetecesi Vâ-Nû, yanında Şevket Talaykurt ile Ankara Caddesi’nden aşağıya inerlerken, Hüseyin Remzi Paşa’nın Kör Şevket’i tabancasını çekip saydırmaya başlıyor. Ancak, eserlerini Vâ-Nû olarak imzalayan üstadımız edebiyat tarihimizin gelmiş geçmiş en şanslı tokmakçısı olmalıydı ki, Kör Şevket’in kurşunları onu değil, Şevket Talaykurt’u buluyor ve doktorlar günahsızın bacağını kesmek zorunda kalıyorlar. Aklımda yanlış kalmadıysa Ahmet Halit Bey’in ismi bu olayın tanığı olarak gazetelere de geçmişti. Kitabevi ‘28 yılında açılmıştı, Ahmet Halit Yaşaroğlu ‘51 yılında vefât edince, oğulları ‘73 yılına kadar yayıncılığa devâm ettiler, sonra o dükkâna Afitap Kitabevi geçti. Ahmet Halit Kitabevi’nin asıl şöhretinin zevcesi Naime Hanım olduğu söyleniyordu, onun “Naime Halit Alfabesi” milletimize Latin harfleriyle okuma yazmayı öğretmiş. Ben “Naime Halit Alfabesi” denen o kırk sekiz sayfalık kitabı, ilk defa ‘72 yılında Caddebostanı’ndaki Muhtar Özkaya Halk Kütüphânesi’nde görmüştüm. Afitap Kitabevi’ni ise çok kişi eminim Cahit Uçuk’un kitaplarından ve 1910 yılından 1930 yılına kadar Muhtıra ismiyle basılan Ece Ajandası’ndan anımsayacaktır.
Sahi, Ahmet Hilmi’ye komşu bir de İnsel Kitabevi vardı, kitaplarındaki daire içine A ve İ harfleri yerleştirilmiş sembol hâlâ gözlerimin önünde. Sâhibi Avni İnsel aslında Bâb-ı Âli’nin en iyi çevirmenlerindendi, benden önceki nesiller onu Pitigrilli çevirileriyle tanıyorlardı. ‘69 yazında kalp krizinden kaybettiğimiz Avni İnsel’in çevirileri ‘80’li hatta ‘90’lı yıllarda bile Cağaloğlu Yokuşu’nun üst köşesinde Cemil’in tezgâhında bulunabiliyordu. Meydana çıktık, sağdaki ilk binâ İstanbul Reklam’ındı, ‘70’li yılların sonuna doğru bir ara Sinematek’in film gösterileri orada yapıldı, İstanbul Reklam’ın sâhibi Süheyl Gürbaşkan ile dostluğumuzsa ‘85 yılında başlamıştı. Binânın giriş katındaki kafenin soldaki ilk masasında, Süheyl Gürbaşkan, Mazhar Candan, Adnan Özer, Cengiz Öndersever, Emel Gunca, Gönül Gunca ve ben hemen her gün buluşur, edebiyat sohbetleri yapardık. Süheyl Bey’in daha sonra yazacağım dramatik bir yaşamı vardı, ‘91 yılında kansere yakalandı, ölüm ilanını kendisi kaleme aldıktan sonra da ‘92 yılında aramızdan ayrıldı. Umarım gittiği yerde aradıklarına kavuşmuştur. ‘85 yılındaki o çetemizden Mazhar ağabeyi de güzel arkadaşımız Gönül Gunca’yı da maalesef kaybettik. Caddede Sıhhiye Apartmanı’nın dördüncü katında Levent Erseven’in İmge Yayıncılık’ı ‘80 sonrasının genç yazarlarına kapısını açmıştı. Yayınevinin kitaplarının kapaklarını ve sayfa düzenlemelerini erken yaşta aramızdan ayrılan İsmail Cengiz yapardı. Karşı sırada da Öncü Kitabevi vardı, sâhibi Zeki Öztürk’ün tarzı bana biraz teatral gelirdi ama matbûat dünyasında seviliyordu. Sol kitaplar basıp sattığı için Öncü Kitabevi 20 Şubat 1976 günü kundaklanarak yakıldı. Aziz Nesin, Adnan Özyalçıner, Alpay Kabacalı ve Ümit Kaftancıoğlu, Türkiye Yazarlar Sendikası nâmına bir basın açıklaması yapmışlardı. Komşusu Sosyal Yayınları’nın ise yeri bende ayrıdır, baba dostu Enver Aytekin’i pek severdim. Kızı Zeynep’i ilk gördüğümde cin fikirli orta mektep öğrencisiydi, babasının vefâtından sonra da işin başına geçti. Habora Kitabevi Yayınları’nı ise Başmuhasip Sokak’tan anımsıyorum. Levent Erseven de işlerini büyütünce İmge Yayıncılık’ı Zepnep Sultan Camii Sokağı’na, Sosyal Yayınları’nın az aşağısına 21 numaraya taşımıştı.
Karşıya geçince, Dîvân Yolu Caddesi ile Klodfarer Caddesi’nin kesiştikleri köşede, Yapı ve Kredi Bankası’nın Çemberlitaş Şubesi, onun üstünde de bankanın hukuk servisi vardı.
Orada yirmi yıldan fazla çalıştım, bankadan tanıyıp sevdiğim pek çok kişi oldu, ama Klodrarer Caddesi’nden bana kalan en güzel anı bir tekir kediydi: Bir gün çaycımız Osman Amca’nın oğlu Engin yanıma gelip, yola bir otomobilden kedi yavrusu atıldığını söyledi. Hemen aşağıya inip baktım, gözleri yeni açılmış, erkek bir tekir yavruydu. Birkaç gün ona bankada baktım, sonra ilaçlama nedeniyle eve getirdim. Eşim Bahar’ın bir mimar arkadaşı kedi sâhiplenmek istiyordu, ona verdik. Ancak, daha bir ay bile geçmemişken, mimar bayan kedinin çok yaramaz olduğunu ve antika vazolarını kırdığını söyleyip, bize geri getirdi. Bayramoğlu’nda banka toplantısıyken de, gece yarısında, Bahar bana telefon açıp, tekir yavrunun dördüncü kattan balkondaki çiçek saksıyla birlikte aşağıya uçtuğunu söylemez mi, hemen veterinerimizi yatağından kaldırdım ve ufaklığı ameliyata aldırdım. Ondan sonra ismini Mırnık koyduğum tekir yavru evimizin neş’esi oldu, on sekiz yıl kadar da bizimle yaşadı. Aradan yıllar geçmesine karşın, Mırnık’ı hâlâ çok özlüyorum ve ara sıra sanki bir gün bize geri döneceğinin hissine kapılıyorum.
Yapı ve Kredi’nin karşısındaki üç katlı binânın girişinde Osman Amca’nın çay ocağının yerinde daha önceden ressam, şâir ve yazar dostum Besim Dalgıç’ın pederi Arnavut Şevket’in Çelikpençe isimli kundura dükkânı bulunuyormuş. Şevket Amcamız ‘40’lı yılların başından ‘60’lı yılların sonlarına kadar oradaymış. Besim de ‘60’lı yılların yazlarında hep Klodfarer Caddesi’nde takılırmış, en büyük keyfiyse mor mürekkeple “Protokol” olarak damgalanmış “Doğan Kardeş” ve “Hayat” dergilerini okumakmış. Aslında “Doğan Kardeş” Klodfarer Caddesi’ndeki 5 numaraya ‘60’lı yılların ortasında geçmişti, ondan önce Galata’da, Küçük Hendek Sokak’taydı. Caddeden Dostluk Yurdu Sokağı’na sapıldığında, Hacıbey Apartmanı’nda Metin Celâl’in Parantez Yayınevi ve 41/18 numarada Adnan Özer’in Üç Çiçek’i vardı. Metin Celal’in Çizgi Yayınevi derseniz, o Işık Sokak’taki Işık Han’daydı. Işık Sokak’ın bir üstündeki Doktor Şevki Bey Sokak’taysa Sezen Yalçıner’in Tay Yayınları bulunuyordu, ne yalan söyleyeyim, merhumun kızı hakiki bir süt damlasıydı.
Klodfarer Caddesi demişken, Safiye Erol’u ıskalamak bize yakışmaz. Romancımız ‘61 yılının yazında yirmi sekiz yıl oturduğu Maçka Palas’ın beşinci katındaki 16 numaradan tahliye edilince, Klodfarer Oteli’nde “Tavla Zarı” ismini vereceği bir oda tutmuştu. Karlık Bayırı Sokağı’nda İbrahim Hakkı Konyalı’ya komşu olacağı 90 numaraya taşınıncaya kadar da beş ay Klodfarer Oteli’nde kalır. Safiye Erol’un bu otelle ilgili şeker şurubu üslûbuyla kaleme aldığı ve Son Havadis gazetesinde yayınlanan dört makalesini okumanızı bilhassa öneririm. Oradan karşıya geçip, Sultan II’nci Mahmud Türbesi’ne girelim. Şeyh Bedreddin’in, Çapanzâde Agâh Efendi’nin, Mehmed Atâ Bey’in, Hasan Fehmi’nin, Muallim Naci’nin ve Ziya Gökalp’in kabirleri türbenin hazîresindedir. Türk Ocakları’nın İstanbul Şubesi’nde yazar Cezmi Bayram’a bir merhaba dedikten sonra, Sultan II’nci Mahmud Türbesi’nden çıkıp sağa dönerseniz Türbedâr Sokak’a girersiniz. Nâzım Hikmet ve Vâ-Nû ‘20 yılının son gecesinde oradaki Mahmudiye Oteli’nde uyuyup, ertesi sabah da erkenden “Yeni Dünya” vapuruyla Anadolu’ya geçmişlerdir. Ne komünisti, Nâzım Hikmet o günlerde sadece pek sevimli mütedeyyin bir oğlandır, onların akıllarını İnebolu’da Sadık Ahi, Nafi Atuf, Vehbi Sarıdal ve Servet Berkin karıştırmıştır. Ha, daha sonra Bolu’daki Beyler Kahvehânesi’nde tanıştıkları sakallı ağır ceza reisi Ziya Hilmi Bey’i de unutmayalım. Mahmudiye Oteli’ni ‘49 sonrasında Kayseri Oteli, ‘53 sonrasındaysa Sipahi Palas olarak biliyorsunuz. Karşı sıraya geçerseniz Köprülü Kütüphânesi var, ama maalesef yirmi yıl boyunca bir gün bile olsun açık görmemiştim. Peykhâne Caddesi’ndeki Köprülü Mehmed Paşa Medresesi’ni bugün Kubbealtı Akademesi Kültür ve Sanat Vakfı kullanıyor. Dilim alışmış olsa gerek, ben oraya hâlâ Kubbealtı Cemiyeti deyip duruyorum. Cemiyetin kurucuları arasında Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Nihad Sâmi Banarlı, Fevziye Abdullah Tansel ve Ergun Göze gibi isimler bulunuyordu. Bugünse vakfın başkanlığını Nadide Uluant’ın evladlarından Sinan Uluant yapıyor. Biliyorsunuz, Nadide Hanım Samiha Ayverdi’nin kızıydı.
Çemberlitaş’a gelmişken, Vezirhan Caddesi üzerinde 66 numaradaki Aslan Restaurant’a uğramadan geçmeyin. Şehzâde kebabında Yağcı Han’daki Bahar Restaurant’ın yegâne rakibidir. Aslan Restaurant’ta ben daha çok rahmetli avukat ağabeyimiz Kemal Gönenç ile bir kadeh Kulüp içmeyi seviyordum, Fikri’nin hazırladığı meze tabağımızsa harikaydı. Az ileride, Çarşıkapı’da, 43 numaradaki Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi’ne mutlaka uğrayın. Müzmin bekâr şâirimiz yaşamı boyunca hiç mülk sâhibi olmamış, kirada bile oturmamıştı.
Bütün eşyası, kocaman bir bavula tıkıştırdığı iki üç parça giysisinden, birkaç kitaptan, cep defterlerinden ve müsveddelerinden ibaretti. O bavula dair Enis Batur beni ağlatan bir deneme yazmıştı. Yahya Kemal’in bir bavul dolusu eşyası uzun yıllardır Yahya Kemal Kemal Enstitüsü ve Müzesi’nde sergileniyor. Karşıya geçip Sahhaflar Çarşısı’na dalın, bugün orada Turan M. Türkmenoğlu ağabeyimizi saymazsak, inanın hiç sahhaf kalmadı. Ben çarşıdaki sahhaflığın ancak son dört beş yılına yetişebildim, ‘77 yılından sonraysa maalesef hemen hepsi ders kitapları satan dükkânlara dönüştü. Muzaffer Özak, Aslan Kaynardağ , İbrahim Manav ve Çadırcılar Caddesi’nden Raif Yelkenci, artık bizlere yukarıdan bir yerlerden bakıyorlar, yine de çarşının kedilerini sevdikten sonra Bâyezîd Kütüphânesi’nde Ramazan Minder’e uğrayıp onun tavşan kanı çayını içebilirsiniz. Yaşamım boyunca çok kütüphâne müdürü tanıdım, ama Ramazan Minder hepsinden farklı, kütüphâneleri asık suratlı mekânlar olmaktan çıkarıp, halka açtı: İşte, dersimi yaptım bitti, şimdi Cemal Nadir Sokağı’na Çetin Altan için yeniden dönüyorum güle güle...