Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay “Kadıköyü’nün esnafı için Markar’ın meyhânesinin giriş kapısının üstündeki boynuzlar bir eğlence unsuru olmuştu” diyor.
Markar’ın meyhânesinin giriş kapısının üstündeki boynuzlar, Kadıköyü’nün esnafı için bir eğlence unsuru olmuştu ama, eskiden beri meyhâne kapılarına bir şeylerin asıldığını Selim Nüzhet’ten okumuştum. Ancak, sorun, Markar’ın hasırlı veya çıngırak yerine geyik boynuzları asmasındaydı. Oysa, kapı üstlerine geyik boynuzları yerleştirmek, Anadolu’da kadim bir gelenekti. Bu geleneği Zile’nin ve Safranbolu’nun eski evlerinden biliyorum. Çünkü, onların bereket getirdiğine ve hâneleri nazardan koruduğuna inanılıyordu. Markar’ın kapısındaki boynuzların hakikatı da bu olmasına karşın, esnafınki aptalca keyiflenmekten başka bir şey değildi. Esâfil-i Şark mahfilinin nalı tıkırdar kıçı fıkırdar makaracısı Nazmi Acar, meyhânenin kapısındaki boynuzlar için ne demiştir, bilemiyorum, ama Muvakkıthâne Caddesi’nden Devriye Sokak’a çıkarken, her defasında Markar Efendi’nin horozuna kıravat taktığı muhakkaktır.
Nazmi Acar ile Ali Rıza Seyfi, canciğer kuzu sarmasıdırlar. Ara sıra birisinin Devriye Sokak’a, diğerinin de İskele Sokak’a, Markar’ın ve Mardik’in meyhânelerine kapıdan şöyle bir göz atıp, gittiklerini biliyoruz. Ama, onların rakıcılıklarının Ahmed Rasim’in vakti-i kerâhat keyfine hiç benzemediği kanısındayım.
Nazmi’yi ismiyle müsemma oğlu Kuzgun’un Devriye Sokak’ta karşılaması duyulmuş şey değilse de, Turan’ın sıklıkla babası Ali Rıza’yı İskele Sokak’ta karşıladığının tanıkları fazladır. Sadece evin kedisi Hırsız konusunda baba oğulun pek anlaşamadıkları söylenir ama, Turan’ın da babası gibi sıkı rakıcı olduğu herkesin dilindeydi. Mevsim yazsa, üstünde Mısır ipeğinden bol bir gömlek, kucağında “bakkal kedisi” cinsinden Hırsız, kapıdan çıkar, önce sağdan soldan 33’lük bakalit plaklardan yükselen Frank Sinatra’ya, Dean Martin’e ve Louis Armstrong’a şöyle bir kulak verir, ardındansa Hırsız’ı nar bülbüllerinin oynaştıkları bahçelerden birine bırakıp, İslam Çupi üstadımızın nefis vurgusuyla, “dikiz tacizi altında” Caddebostanı Plajı’na adımlarmış. Plajda, Prens Vedat, kalçalarından devlet medar Neriman Köksal ve ünlü kadın terzisi Sofia’nın dünya güzeli kızı Pola Morelli onu bekliyorlardır. Onlara bazen Turan’ın huri kadrosundan Şadıman Ayşın da katılırmış. Bizimki plajda sarı çakara yüzüp döndükten sonra bedenine badem yağı ve tendürdiyot karışımı bir “güneş losyonu” sürüp, büyük boy bira bardağına doldurttuğu bol buzlu votkasını içmesiyle şöhretlidir. Aslında, bir an önce yandaki gazinoda rakı masasına oturmak ve Mualla Gökçay’ı kalben dinlemek için akşamın olmasını bekliyordur.
Ali Rıza Seyfi edebiyatımızın hakkı yenmiş ismidir ama, asıl oğlu Turan’ın hayatı romandır. Suriye’de hapis düşmüş, idamdan kurtulmak için Fransız Yabancı Lejyonu’na girmiş, ancak ’43 yılının sonbaharında Caddebostanı’na dönebilmişti. Kahire’deki Royal Signals’ın dilberlerini geçiyorum, kalbine bu defa İzmaro düşmüştür. Hüseyin Çon, Aydın Arıt ve Semai Şatıroğlu ile içerken, dudakları İzmaro ismiyle yanar. Sonra Aydın Arakon sayesinde sinemaya riyasız düşer. Kendisinin dışında bir karakteri oynamayı beceremez, rolü ne olursa olsun, hep Caddebostanı’ndan Turan’ı perdeye yayar. Sanki babasının kitaplığından düşmüş bir Jack London kahramanıdır Turan. Ama, kadın yönünden şanssızdır, onlarla kendisini tüketip yok edecek ilişkiler yaşar. Aşkları yüzünden sabahtan içmeye başlar, sonunda ayakta duramaz bir “çekilmez” olur, Muhittin Sadak’ın çellosuna ağlayan Seyyan Hanım’ın sesinde anıları çoğalırken de, son nefesini uzaklarda verir.
Caddebostanı’ndan Turan Seyfioğlu, ardında onlarca dilberin ayak sesleriyle başka bir âleme çekip giderken, Moda sokaklarına Diclehan Baban çıkmıştı. Âdeta Turan’ın dişisidir Necip Fazıl’ın meşhur baldızı. O da kimselere benzemiyordu. Sandre sarısı saçlarının, takma kirpiklerinin ve göz kaleminin derince çekildiği sürmeli gözlerinin öne çıkardığı müstehzî bakışları, esas kızların rol gereği masumiyetlerini mezbeleliklere silkeliyordu. Birazcık ‘50’li yıllardaki Çolpan İlhan’ın kırılganlığını andırdığını söylesem, yalan olmaz. Tıpkı Çolpan İlhan gibi o da perdede “felâket kadın” kahramanlarını burjuva kültüründen doğma bir güzelliğe dönüştürüyordu. Ama, ciğerleri metelik etmeyecek yapımcıların ağız kokularını çekeceğine, aramızdan erkenden ayrıldı. Ruhunun gittiği yerdeyse artık başrollerde oynadığından eminim.
Moda ile Caddebostanı arasındaki Dalyan, Edip’i Cansever yapan sayfiyedir. ’62 ile ’69 arasında, Nuri Akay ve Fethi Naci de ona uymuşlar, Dalyan’da birer yazlık tutmuşlardır. Aralarından bir “Balıkçı” denen Nuri Akay, denizden ve balıktan anlıyordur ama, nedense Edip’i hırs basar, balıkçılıkta Nuri’nin üstadı olmaya karar verir. Parası çoktur, ismini “Reisin Teknesi” koyduğu dört kişilik bir sandal alır, onunla sık sık Büyükada’nın veya Hayırsızada’nın açıklarına balığa çıkar. Aslında balık bahanesidir, maksadıysa meyhânesini denize taşımaktır. Yalçın Yalın doğrusunu söylemişti, Edip Cansever acımasız bir rakıcıydı. Zevk için değil, içmesi gerektiğine inandığı için içiyordu. Bu yüzden onun sarhoşluğunu Turan Seyfioğlu’nun sarhoşluğuna çok benzetirim.
Feneryolu’nda Aziz Nesin vardı. Karısı Meral Çelen edebiyatımızın unutturulan hikâyecilerindendir. Eray Canberk de, Süheyl Ünver de, Ziya Somar da, Feneryolu’ndaydılar. Ziya Bey’in öğretmen ve romancı karısı Nezahat Somar maalesef gerçek bir kaybedendi. Çiftehavuzlar Celâl Bayar’ın semtiydi. ‘70’li yıllarda liseden sınıf arkadaşım Umur Bayrı ile birkaç defa ziyâretine gitmiş, elini öpmüştüm. Umur’un babası Celâl Bayar’ın yakınıydı. Celâl Bayar’ın bir muhibbân-ı kütüp olduğu muhakkaktır, onu ben de daima çok kitaplı bir odadaki tebessümüyle anımsayacağım. Bugünkü Göztepe Parkı’nın karşısındaki çıkmazda eski Türkiye İşçi Partisi’nin Samsun örgütlenmesinden Sulhi Kutucu vardı. Karısı Ayten Hanım, Robert Kolej’in ’49 mezunlarından olup, büyük tütün tacirlerinden Yusuf İzzettin Kefeli’nin kızıydı.
Göztepe’de “Mehtap Sokak, Barış Apartmanı, No.2, D.5” adresindeyse Güney dergisini çıkaran hikâyeci ve ağaç oymacısı Âtıf Özbilen oturuyordu. Kendisi de karısı Atike Hanım da Adanalıydılar. Erenköyü’nde artık bir Necip Fazıl kalmıştı, lisedeki tarih hocam Selçuk Kısakürek’in hısımıydı. Şaşkınbakkal, benim için biraz Atlantik Sineması ise, biraz da Kemal Tahir’dir. Büyük usta yaşamının son yıllarını orada geçirdi. Karısı Semiha Hanım, eski tüfeklerden Hüsamettin Özdoğru’nun kardeşi, Kerim Sadi’nin ise ilk karısıydı. Selim İleri’nin, “Gündüzün Bir Kadeh Konyak” isimli nefis hikâyesinde, Stalin devrindeki mahvolmuşluğuna karşın Stalin’e kötü lâf ettirmeyen bir Semiha Hanım portresi çizdiğini anımsayacaksınızdır.
‘60’lı yılların sonlarında ve ‘70’li yılların başlarında Suâdiye ışıklarını Bostancı’ya doğru geçip, sağdaki Tan Sokak’a sapınca, sokağın sonunda Sarhoş Süleyman’ın Çatalçeşme plajı ve kahvehânesi vardı. Plajda iğne atsan yere düşmüyordu ama, kahvehâne hep boştu. Sadece Süleyman’ın duvarın dibinde hazırladığı çilingir sofrasında Öztürk Serengil’in babası Turgut Serengil, Behzat Ay ve Hasan Kalender demlenirlerdi. Hasan Kalender edebiyatımızın kaybedenlerinden ve unutulanlarındandır. Varlık dergisinde yayımlanan “Gardaşım İstanbullu” yazı dizisini maalesef kitaplaştıramadı. ’71 yılında, Mahir Çayan’ın, Ulaş Bardakçı’nın, Ziya Yılmaz’ın, Cihan Alptekin’in ve Ömer Ayna’nın Maltepe Cezaevi’nden kaçışları nedeniyle yargılandı ve beş yıldan fazla bir süre Sağmacılar’da yattı. ’60 sonlarında Tan Sokak’ın başında oturuyordu, ’70 başlarındaysa Aydın Sokak’a taşındı.
Suâdiye’deki Kurudere Sokağı’nda Emin Ersoy’un Dost Kitabevi, Emin Ali Paşa Caddesi üzerindeyse Arif Damar’ın Yeryüzü Kitabevi bulunuyordu. Emin Ersoy elli kiloluk minik bir adam, ama kafasının ağırlığı çok fazla. Selahattin Hilav, Oğuz Atay, Behzat Ay, Konur Ertop ve Umbor Mehmet, en yakınları. İzmir’den şâir arkadaşı Levent Atalay henüz yaşama vedâ etmemiş, Özkan Mert ise İsveç’ten “politik iltica” hakkını yeni almıştır. Ali İhsan Yakut ile çok sık görüşüyor, Refik Durbaş ile de ara sıra sarhoş oluyordu. Şiiri nedense bırakmıştı, aklı fikriyse artık sinemadaydı. Bu yüzden yazma sıkıntısı çeken şâir arkadaşlarına bir şişe Güzel Marmara karşılığında yayımlanmamış şiirlerinden mısralar vermeyi mizaha dönüştürmüştü. Emin Ersoy ve arkadaşları Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesiniyse ’72 yazında filme çektiler. Filmin kadrosunda, Oğuz Atay, Emin Ersoy, Faruk Haksal, Mete Demirtürk, Birgül Ergev ve Çetin Yalçın vardı. O günlerden kalma Oğuz Ataylı fotoğrafların pek çoğunda Barlas Özarıkça da görünüyor. Barlas ’72 yılında Yeşilyurt’taydı, onun Kozyatağı’na taşınmasıysa ’80 sonrasındadır.
Sanırım Barlas’ın edebiyatımızdaki öneminin ve değerinin anlaşılmasına ömrümüz yetmeyecek. Arif Damar’dan ise en fazla Niyazi Akıncıoğlu’nu dinliyordum. Bir Niyazi Akıncıoğlu kitabı için çok uğraşıyordu, ama yayıncıları ikna edemediğini anımsıyorum.
Yeryüzü Kitabevi’nden Suâdiye Gazinosu’na doğru inerseniz, beki sizler de zamanda ’33 yazına bir yolculuk yaparsınız. Memleketimize gelen Alman sinema yıldızı Evelyn Holt dört dilden şarkılar okumak için 24 Haziran gecesi saat 21.45’te Türk Sineması’nda sahneye çıkar. Türk Sineması dediğimde kimse anımsamıyor, oysa Taksim’deki eski Majik’in yeni ismiydi Türk Sineması. Biletler seksen kuruş ile üç yüz elli kuruş arasında değişse bile, izdiham olur. Genel istek üzerine konser ertesi gece tekrarlanır.
Tokatlıyan Oteli’nde kalan Evelyn Hollt’un repertuarına Necip Celâl’in “Mâzî Kalbimde Bir Yaradır” tangosunu eklettirilip, onu “Yeni öğrendiği Türkçe ile” takdimiyle 29 Haziran gecesi saat 21.30’da Taksim Bahçesi’nde sahneye taşırlar. O günün Cumhuriyet gazetesinde, “Evelin Holt gidinceye kadar Suâdiye plajında oturacak” başlığıyla bir haber yayımlanır. 5 Temmuz 1933 günlü Son Posta gazetesindense sarışın yıldızın Suâdiye’de dört gece kalıp, “Çar Ferdinant” gemisiyle Varna’ya döndüğünü öğreniyoruz.
Ama, onun ardından, Necip Celâl’in “Özleyiş” ve “Sevdim Bir Genç Kadını” isimleriyle bilinen Nihâvend tangosu bazı söylentilere neden olur. Onlardan birine göre, Evelyn Holt memleketimizden ayrılmadan önceki gece, Suâdiye Gazinosu’nda sarışına bir vedâ yemeği verilmiş. Güzel yıldız bütün gece Necip Celâl ile dans etmiş ve bir ara bestecimizin kulağına eğilerek kemanıyla kendisine ses vermesini fısıldamış. Ama, Necip Celâl o gece kollarının arasındaki güzel kadına kemanıyla bir ses verememiş. Ardındansa, “Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer / Bu sesimle ona ersem, bana dünyaya değer / Ne yazık ki deniz engin, şu ufuklar ölgün / Bin elemle doğuyor her yeni gün” diye ağlamış...