‘İtibar ve İktidar’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Direnişçilere ahlak dersi vermeden önce, yıpranmış bir sosyal doku içinde direncin anlamını nasıl inşa ettiklerini anlamaya ihtiyacımız var” diyor.
Marksizmin bütün doğruları tek bir cümlede özetlenebilir: İsyan etmek haklıdır.”
Komünizmin son büyük teorisyeni Mao Zedung’a bu sözü söyleten, insanların durup dururken isyan etmeyecekleri gerçeği idi. Sınıfsal çelişkilerin uzlaşmazlığı gün gibi ortaya çıktığında isyan da nesnel-tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır.
İnsanlar krizlerle baş etme konusunda şaşırtıcı bir “metanet ve esneklik” (resilience) geliştirmiş olmakla, yozlaşan rejimleri devirme konusunda genelde ağırdan alma eğilimindedir. Yatağa aç giren adamın sabah kılıcına davranmayışında Ebuzer’i şaşırtan da budur: Daha ne olması beklenmektedir?
Halkın çoğunluğu, eşitsizliğin doğallaştırıldığı ve kültürel bir mantık içine kazındığı “ulvî” amaç ve değerlere bağlı kalmayı tercih ederken feleğin bütün imkân ve çarelerini kestiğini gören örgütlü bir azınlık silaha sarılır. İktidar sahipleri, onları basitçe “kana susamış teröristler” olarak damgalarken “sağduyu” sahipleri yöntem ve etik ağırlıklı hayırhah eleştiriler yöneltirler: Onlar aceleci davranmışlar, haklı iken haksız duruma düşmüşlerdir. Akademi, isyancılardaki şiddet eğiliminin kökenlerini bilimsel yöntemlerle araştırmaya koyulur. Psikologlar, normal insanları kararlı fanatiklere dönüştüren “radikalizasyon” süreçlerini belgelemek için yarışırlar. Yayınevlerinin işi de zordur; kitlelerin terörizm konusunda bilgilenme talebini karşılamak için tam kapasite çalışırlar. 11 Eylül saldırıları hakkında, daha ikiz kulelerin enkazı kaldırılmadan sadece İngilizce olarak 800’den fazla kitabın yayınlanmış olması önemli bir başarıdır.
AZİM VE KARARLILIK: SUMÛD
Zalimin kendini koruma hakkını önceleyen bütün bu etik-rasyonel tepkilere karşılık, isyancıyı her daim canlı tutan bir başka etik daha vardır: Teorik ve pratik anlamda sağlam bir zemine sabitlenerek direniş kabiliyetini geliştirmek ve ölümcül bir darbe için uygun momenti kollamak.
Bu duygulanım modelinin Filistin halkının lügatindeki karşılığı, “Sumûd” sözcüğüdür. Batı Şeria’daki Birzeit Üniversitesinden sosyolog Viet Nguyen-Gillham ve arkadaşlarının bir makalesiyle literatüre tanıtılan sumûd, “kararlı ve toprağa kök salmış olarak var olma azmi” anlamına gelmekle; Filistin halkının zor koşullarla baş ederken geliştirdiği sosyal metanet ve esnekliğe gönderme yapar.
Ramallah ve çevresindeki köylerden 15-18 yaşlarındaki 321 öğrencinin anlatılarını tematik analize tabi tutan Nguyen-Gillham’a göre, Filistin bağlamında acı ve direnç, hem bireysel hem de kolektif düzeyde yorumlanmalıdır. Mesela eğitim; hani şu bizim iyi bir yaşam sürmek için önem atfettiğimiz kaynaklardan… Oysa Filistin’de eğitim, ideolojik direniş için vazgeçilmez bir silahtır. Mülakata alınan bir genç, eğitimin anlamını şöyle özetler: “Eğitim, bize yaptıkları bunca şeye rağmen hayatımıza devam ettiğimizi görünce öfkelenen İsraillilere bir meydan okumadır.”
Birçok Filistinli genç için, artan çaresizlik ve umutsuzluk, iyimserlik ve ahenk duygusunu besleyen ortak anlatılarla iç içe geçmiş durumdadır. Toplumsal ilişkilerin değişen doğası da bu çelişkiyi yansıtmaktadır: Sumûd ilkesi uyumlu bir komünal yaşamı devam ettirirken işbirlikçilerin varlığı sosyal dokuyu parçalar ve bireysel ve kolektif kararlılığı zayıflatır.
Özetle, Filistinliler için metanet ve esneklik, hayatta kalma iradesidir: Topluluk ağlarını muhafaza etmek, inancı korumak, eğitim ve sosyal adalet uğruna çaba göstermek için kolektif bir taahhüt, sosyal “iyilik hali”nin (well-being) ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Bu anlamda sumûd, İsrail askerlerine taş atan çocukla füze fırlatan savaşçıyı buluşturan noktayı işaretler. Filistin direnişinin anahtar sözcüğü cihat değil sumûd’tur.
Buna karşılık, Batı kaynaklı çok sayıda akademik çalışma, Filistinli gençlerin anksiyete, depresyon veya travma sonrası stres bozukluğunun nesnesi olarak kullanıldığı “risk altındaki bir nüfus” tasvir etmektedir. Örneğin psikiyatrist D. Burdman, 2003 yılındaki bir makalesinde, Filistinli gençler ve çocukları, şiddet ve nefrete programlanmış patolojik ergenler olarak gösterirken Tel Aviv Üniversitesinden psikolog T. Lavi ve Z. Solomon, onlarda “terörün neden olduğu travmaya maruz kalmanın patojenik sekellerini” (bir hastalıktan sonra yerleşip kalan işlev veya doku bozukluğu) teşhis etmiştir! Neden acaba?
MEYDAN OKUMA PSİKOLOJİSİ
Silahlı direnişe katılımı anormal kişilik gelişimi ya da davranış bozukluğu ile açıklayan indirgemeci yaklaşımların hüsnü kuruntudan başka bir şey olmadığı konusunda artan bir farkındalık vardır. Sivil ve sıradan insanları İrlanda Kurtuluş Ordusu’na (IRA) katılmaya sevk eden koşulları araştıran psikologlar N. Ferguson ve M. Burgess’in vardığı sonuçlar bu anlamda önemlidir: Süresiz sokağa çıkma yasakları, keyfi hapis cezaları vb. yollarla nüfusun belirli bir kesiminin sistematik olarak haklarından mahrum bırakılması, psiko-sosyal anlamda toplumsal bir kargaşanın tetikleyicisi olabilir. Keza, devlet eliyle yaratılan ayrışma, travmatizasyon veya mağduriyetler, bu duygularla başa çıkmanın bir yolu olarak bireyleri silahlı gruplara katılmaya motive etmede önemli bir rol oynayabilir.
Bu koşullar altında, yüksek düzeyde bir topluluk desteği de silahlı direnişe katılımı artıracaktır. Çünkü katılım, bireye topluluk içinde yüksek statü sağlar. “Terörist olmak”, sorumluluklar yanında bireye çok ağır fiziksel, psikolojik ve sosyal yükler de getirir: Uzun süre saklanmak zorunda kalabilir, izole edilebilir, ölüm veya hapis cezasıyla karşı karşıya kalabilir vs. Bununla birlikte, katılım, artan sosyal statü ile birlikte finansal ve/veya cinsel ödüller de getirebilir. Araştırmalar, daha yüksek dürtüsellik, daha yüksek güven, risk almaya daha fazla ilgi duyma ve statü ihtiyacının, özellikle genç erkekler için bir terörist olarak yaşamaya belirli bir çekicilik kazandırabileceğini göstermektedir.
Katılımı teşvik eden bir diğer faktör intikam duygusudur. Birey intikam duygusuyla motive olur ve karşılık verme ve yanlışları düzeltme ihtiyacı hisseder. Tanınmış kriminolog ve terör uzmanı A. Silke’in tespitiyle, insanların neden şiddete başvurduklarını sorgulayan araştırmaların en tutarlı bulgularından biri budur. Silahlı isyancıların özgeçmişleri, kendilerinin, tanıdıklarının veya topluluklarının “onlar” tarafından mağdur edildiği; harekete geçmeleri, intikam almaları ve silahlı bir gruba katılmaları gerektiğine karar verdikleri olaylara dair hikâyelerle doludur.
Araştırmalar, bireyin kendi grubuyla güçlü bir şekilde özdeşleşmesinin yanı sıra silahlı grubun eylemlerini destekleyen rol modellerle özdeşleşmesinin de şiddeti sürdürmedeki rolünü ortaya koymuştur. M. Burgess, bazı IRA üyelerinin, topluluklarındaki silahlı çatışmayı açıkça destekleyen “mini putlar” nedeniyle şiddete başvurmaya yönlendirildiklerini saptadı. CIA analistlerinden psikiyatrist J. M. Post ve arkadaşlarının silahlı Filistinli grupların hapisteki üyeleriyle yürüttükleri mülakatlar, katılımcıların şiddeti benimseyen dini figürleri ya da Ché Guevara ve Fidel Castro gibi devrimci önderleri kahraman olarak gördüklerini göstermiştir.
Mülakatlar bir şeyi daha gösterdi: İsrail ordusunun yetmiş yıldır süren işgal eylemi, direnişçinin ona karşı girişebileceği herhangi bir eylemin gerekçesini sağlar. İsraillileri “düşman” ve “yabancı işgalciler” olarak tanıtan söylem karşı konulamaz derecede güçlüdür. İsrailliler aynı topluluk içinde yaşayan insanlar olarak değil, “onlar” olarak tasvir edilir. Hayatında işgale, dışlanmaya ve yerinden edilmeye tanık olmamış bir sağduyu sahibinin bu duygu durumu ile empati kurması çok zordur.
Burgess ve Ferguson’un IRA ve onun karşıtı UVF’nin (Ulster Gönüllü Gücü) eski üyeleriyle yürüttüğü mülakatlar, yukarıda özetlediğimiz risk faktörleri listesine bir madde daha ekler: Mülakat veren eski teröristlerin hepsi de örgüte katılmadan önce bir “kritik olay” yaşamıştı. Tüm katılımcılar için bu kritik olay, kendilerine, ailelerine ya da kendilerini özdeş tuttukları topluluğa yönelik bir saldırı idi. Örneğin eski bir UVF üyesi, IRA’nın “Kanlı Cuma” olarak tarihe geçen bombalı saldırıları (1972) sırasında ölen dokuz kişiden birinin, kendisiyle aynı isim, yaş ve geçmişe sahip bir genç olduğunu öğrendiğinde örgüte katılmaya karar verir: “Bu, benim kararsızlığımın bittiği gün diye düşündüm ve UVF’ye katıldım. Cumhuriyetçilerle veya Loyalistlerle konuştuğunuzda bunun gibi pek çok hikâye olduğunu ve bir ‘moment’ bulunduğunu anlıyorsunuz. Rubicon’u geçtiklerinde de böyle bir moment vardı.”
IRA’ya katılmaya karar veren genç bir kadının kritik olayı ise polisin bir grup protestocuya uyguladığı şiddete tanık olmasıdır: “Barışçıl bir şekilde protesto eden birçok kadın ve çocuk coplarla dövülüyordu ve ortalık karmakarışıktı. ‘Bu iyi değil’ diye düşünmeye başlıyorsunuz. [...] 1969’da sorunların gerçekten başladığına karar verdim. Birçok insanın yaralandığını ve çoğu arkadaşımın inandıkları şey uğruna ayağa kalktıkları için öldüğünü görmüştüm. Çabucak, öfkeyle değil ama hüzün ve korkuyla, ‘tamam, bu davayı üstleneceğim; deneyecek ve değiştireceğim’ diye karar verdim.”
Hapisteki bir el-Fetih üyesinin kritik olayı ise daha mütevazı görünmektedir: “Ben işgal kuşağındanım. Ailem 1967 savaşından beri mülteci. Savaş ve mülteci statüsünde olmam, siyasi bilincimi şekillendiren önemli olaylardı ve işgal altındaki ülkemizde meşru haklarımızı yeniden kazanmamıza yardımcı olmak için elimden gelen her şeyi yapmaya beni teşvik etti.”
SONUÇ
Uyum ve itaat psikolojisini analiz eden (Milgram’ın ünlü itaat deneyi gibi) başarılı deneylerin hikâyesini çoğumuz biliriz. Buna karşın şimdiye kadar otoriteye meydan okumakla ilgili hiçbir deneyin tasarlanmamış olması anlamlıdır. Otoriteyi, itaat etmek, saygı göstermek, iznini almak gibi teslimiyetçi tutumlarla birlikte düşünme eğilimi, akademiyi, dinsel kurumları ve popüler siyasal söylemleri adeta esir almıştır. Bu durum, Filistin başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde insanları silahlı direnişe teşvik eden ekonomik ve psiko-sosyal dinamiklerin kavranmasını güçleştirmektedir.
Direnişçilere ahlak dersi vermeden önce, yıpranmış bir sosyal doku içinde direncin anlamını nasıl inşa ettiklerini anlamaya ihtiyacımız var.