Görüşler

‘İstanbul’da attım bahtıma zarı, çıktı karşımıza Balıkpazarı’

‘İstanbul’da attım bahtıma zarı, çıktı karşımıza Balıkpazarı’

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, 1930 yıllarda Rüstempaşa'nın iki mahalleye bölündüğünü, bir kısmına da Zindankapısı ismi verildiğini anlatıyor.

Yemiş’e gelmişken, duralım. ‘30’lu yıllardan önceki son kadastroda Rüstempaşa iki mahalleye bölünmüş ve Yemiş’in bulunduğu kısma Zindankapısı denmiş. İki mahalle arasında kesin bir sınır hiç olmamış, ‘60’lı yılların sonlarında ve ‘70’li yılların başlarında eskilerin oraya hâlâ Rüstempaşa dediklerini anımsıyorum. Bizans döneminde mahal sanırım Venediklilere ait imtiyaz bölgesi içindeymiş. Semavi Eyice’nin “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi” için yazdığı “Zindankapı” maddesinde ise, 16’ıncı yüzyılda Zindankapısı’nın “Balıkpazarı kurbindeki Edirne Yahudileri mahallesi” olarak geçtiği belirtiliyor. O da bu bilgiyi Topkapı Sarayı Arşivi’ndeki 1513 tarihli bir belgeden almış. Şehirciler, mahallenin topografyasındaki büyük değişimleri 1859 yılındaki Zemin-i Kule yönetmeliğiyle başlatıyorlar. Ancak, mahallemizin, ’38 yılındaki Eminönü Meydanı’nın genişletilmesi, ’56 ile ’58 arasındaki Unkapanı-Eminönü yolunun açılması ve ’83 sonrasındaki Haliç düzenlemeleri sonucunda tamamen ortadan kalktığı muhakkaktır. Bugüne, Zindankapısı Mahallesi’nden, Ahî Çelebi Camii’nden, Değirmen Hanı’ndan, Zindan Hanı’ndan, Baba Câfer Türbesi’nden ve Değirmen Hanı’nın önündeki küçük bir sur kalıntısından başka bir şey kalmadı. Sahi, orada bir de türbe var, giriş kapısının sağ tarafında “Şeyh Abdürraif Şamadani Hazretlerinin Ruhuna Fatiha”, sol taraftaysa “Bekri Mustafa Hazretleri Ruhuna Fatiha” yazıyor. Son zamanlara kadar türbenin yan duvarında “Evliya Bekri Mustafa Hazretleri Kabri Şerifi Ruhuna El Fatiha” yazılı bir mermer levha daha vardı ki, kaldırıldığını duydum. Tesadüf ettiğimdeyse, şaşkınlığımdan gözlerim yerinden fırlamıştı. Ayyaşların pîri, ne zaman, nasıl ve niçin evliya yapılmıştı, inanın bugüne kadar da bir bileniyle karşılaşmadım.

Bekri Mustafa fıkralarına bayılırım, onlardan daha fazlaysa Osman Cemal Kaygılı’nın ’41 yılında Son Telgraf gazetesinde tefrika edilen “Bekri Mustafa” romanını severim. Okuduysanız, sizin de romanın sonunu unutamadığınızı tahmin ediyorum. Osman Cemal’in yazdığına nazaran, Balıkpazarı’ndaki meyhânelerin birinden çıkan Bekri Mustafa, Yemiş’in yakınlarında, yavrulu, aç ve susuz bir köpek görmüştür. Hemen karşı sıradaki Rüstempaşa Camii’nin şadırvanına koşmuş, külahına su doldurmuş ve köpeğe içirip öyle evine dönmüştür. Epeydir hasta olan Bekri Mustafa o gece son nefesini vereceğini hisseder, hânesini döşeğinin başına çağırıp, “Beni Yemiş’te su verdiğim köpeğin yakınına gömün ki, sizden ve arkadaşlarımdan kimse mezarımı ziyaret etmese bile, o köpeğin geleceğinden eminim” şeklinde bir vasiyette bulunur. Öyle de yaparlar. O yıllarda Balıkpazarı civarında küçük bir mezarlık olabilir, bazı şehir tarihçileri de oradaki mezarlığın sonradan kaldırılıp arazisinin yerleşime açıldığı kanısındadırlar.

Son Posta gazetesinin 15 Mayıs 1933 günü nüshasına konuşan Zindankapısı Mahallesi’nin muhtarı Halit Bey, “Evvelce Zindankapısı diye bir mahalle yoktu, o civardaki bütün binâlar Rüstempaşa’ya bağlıydılar. Son kadastroda Zindankapısı Rüstempaşa’dan ayrıldı. Kuruyemişçi Çarşısı’na giden yolun üzerinde bir yemişçi dükkânına bitişik türbe vardır. Mezar taşında hiçbir işâret bulunmadığı hâlde orada yatanın Bekri Mustafa olduğu rivâyet edilmektedir,” demişti. ’70’li yıllardan Halit Bey’in bahsettiği mezarı gayet iyi anımsıyorum, ama ’83 sonrasındaki Eminönü-Haliç düzenlemeleri sırasında ortaya çıkan 1318 tarihli mezar taşı o muydu, araştırmam gerekiyor. Belki aynı isimle birden fazla Bekri Mustafa vardı ve onlardan biri 1318 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşup, tesadüf bu ya, aynı mahalde defnedilmişti.

Yemiş’ten Eyüp Sultan’a doğru yürüdüğünüzde, ilk durak Cibali’dir. Semtin ismini ilk defa Muammer Karaca’nın ve Refik Kordağ’ın yabancı bir sahne oyunundan yaptıkları uyarlamadan duymuştum. ’66 yılındaysa “Cibali Karakolu” Cüneyt Arkınlı ve Sevda Ferdağlı matrak bir film oldu. Orhan Kemal’in ’54 ile ’66 arasında Cibali’de “Fırın Sokak, No.2” adresinde oturduğunu ise ‘70’lerde öğrenmiştim. Yakın zamana kadar Orhan Kemal’in orada Gazi Şahin ile birlikte Topal Mustafa’nın lokantasında demlendiğinin tanıklarından hayatta olanlara rastlanıyordu. Yanlış anımsamıyorsam, Topal Mustafa’nın soyismine Kutlu demişlerdi. Ama benim için asıl Cibali semti Mahmut Yesari’nin “Çulluk” romanındakidir. Haklısınız, tütünde çalışanları gencecik yaşlarında imamın kayığına bindiren o Cibali artık yok, ancak semtimiz sadece pazen entarileri tütün kokan dilberleriyle birlikte zamanda kaybolmadı, muharriri için de yekûnu vaktiyle Attilâ İlhan çekmişti: “En taze rakıların / en ıssız kuytularından / sırılsıklam tefrikalar çıkaran / Mahmut Yesari Bey’i / kim arar, kim sorar?”

Balat’a geldik. Orayı 1874 yılında Edmondo De Amicis isimli kefere, “Herkesin kendi bahtsızlığı ve fakirliği içinde yaşadığı bir semt” olarak ifâde etmişti. O sefalet semtinin son görüntüleri başrollerinde Yılmaz Güney’in ve Nebahat Çehre’nin oynadığı ’67 yapımı “Balatlı Arif” filmindedir. Ama, Cibali’de sözü Mahmut Yesari’ye getirmişken, Balatlı Baba Saffet’i ıskalamak bize yakışmaz. Biliyorsunuz, aslında tiyatro oyuncusudur ama sahnede tutunamayıp yoksulluğun çirkefine düşmüş ve dostu olarak hayatta bir Mahmut Yesari kalmıştır. Bu yüzden her akşam Mahmut Yesari’nin yanında, Meserret, Kafkas, Tokatlı dolaşıp durur, bir iki kadeh çaktıktan sonraysa akıntı çağanozu adımlarıyla Balat’ın yolunu tutarmış. Günün birindeyse Mahmut Yesari askerlik arkadaşı Azîz Hüdai’ye rastlamış, adamın artık Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti ismiyle bilinen istihbarat teşkilâtının kodamanlarından biri olduğunu öğrenince de, aklına Baba Saffet gelmiş. Ona, “Benim eski tiyatroculardan bir dostum var, yıllardır işsiz, senin tanıdığın çoktur, şu fukaraya ekmek parasını çıkaracağı bir iş bulursan sevinirim,” demiş. Azîz Hüdai de askerlik arkadaşını hiç kırar mı, Baba Saffet’in makamına uğramasını söylemiş. Ertesi gün bunu öğrenen Baba Saffet’de bir sevinç, sormayın, hemen Azîz Hüdai Bey’i bulmuş. Adam ona, “Sen bizim Yesari ile meyhâne meyhâne dolaşıyorsun, tanıdığın çoktur, onlardan kimlerin rejim aleyhine konuştuğunu bize raporlayacaksın, çaktın mı, getirdiğin her rapor içinse para alacaksın!” deyip, sepetlemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, sonunda tuhaf bir şey olmuş, bizim Mahmut Yesari’yi zıngadak Millî Emniyet’e çağırmışlar. Azîz Hüdai, arkadaşının önüne muharrir Mahmut Yesari hakkında tutulmuş bütün raporların bulunduğu hayli kabarık bir dosya koymuş. Atatürk’e suikast tasarlamaktan tutun da, İnönü’ye küfretmeye kadar ne kadar zırva itham varsa, hepsi dosyadaymış. Raporlarda yazılanların aslı astarı elbette yoktur ama, Mahmut Yesari’yi salozlaştıran şey bütün raporların altındaki Baba Saffet imzası olmuş. Millî Emniyet’ten çıkınca, öfkeyle doğruca Kafkas’a dalıp, sam yeli vurmuş mayıs çirozu Baba Saffet’in yakasına yapışmış. Baba Saffet ise, hiç istifini bozmadan, “Benden şöhretli şahıslar hakkında rapor istendi, ne yapayım, şöhret sâhibi muharrir olarak bir seni tanıyordum, bu yüzden de hep senin hakkında uçtum. Kereviz değiller ya, elbette yazdıklarımın palavra olduğunu biliyorlardı,” mealinde bir şeyler geveleyince , Mahmut Yesari soluksuz birkaç kadeh rakıyı devirip, filmi koparmış.

Sahil boyunca yürümeyip, Drağman’a sapacağım. Çünkü, orada İsmet Hanım’ın bir tarafa doğru çarpılmış ve kafesleri gevşemiş ahşabı vardı. İsmet Hanım da kimdir diye düşünmeyin, üç büyük edebiyatçımızın, Cenab Şahabettin’in, Ali Nusret’in ve Osman Fahri’nin kıymetli vâlideleridir. İsmet Hanım iki defa evlenmiştir. İlk zevci Plevne şehitlerimizden Binbaşı Osman Şahabettin’dir. Cenap ve Ali Nusret ondan olmadır. İsmet Hanım, zevcinin şehadetinden sonra Drağman’daki ahşaba yerleşip, on yıl kadar sonra ikinci evliliğini yapmıştır. İkinci zevcinin isminin de Şahabettin olması ise, komik bir tesadüftür. Ondan Osman Fahri’yi doğurmuştur. İsmet Hanım’ın ahşabının Kefevî Tekkesi’nin pek yakınında olduğunu biliyoruz. Tekkenin şeyhiyse şâir Vasfî Efendi’dir. Cenab ve Ali Nusret, ilk gençliklerinde, sık sık Fethiye’deki eski bir tulumbacı kahvehânesinde Vasfî Efendi ile buluşuyorlardı. Ali Nusret ’13 yılında veremden yaşama vedâ eder, kabri Fatih Camii’nin haziresindedir. Osman Fahri ise ’20 yılında Mamûretü’l Azîz’de iken Şukûfe Nihal’e duyduğu karşılıksız aşk yüzünden kafasına sıkmış, otuz dört gün sonraysa İstanbul’daki Fransız Lape Hastahânesi’nde son nefesini vermiştir. İsmet Hanım da ondan önce ’15 yılında vefât etmişti, Kefevî Tekkesi’ne pek yakın ahşapları ne oldu, maalesef bir kayıt çıkmadı. ’18 yılına ait “Şehremâneti Rehberi” içindeki haritadaysa, Kefevî Tekkesi’nin etrafının birkaç binâ dışında bomboş olduğu görülüyor.

Anımsayan kalmış mıdır, pek emin değilim, Drağman’ın bir de ’30 ile ’41 arasında Fener Yılmaz İdman Yurdu isimli futbol kulübü vardır, kulübün başkanı Manifaturacı Veysel’in Osman Cemal üstadımıza ’31 yılında söylediğine nazaran, Fener Yılmaz şehr-i İstanbul’da Fenerbahçe’nin yerini tutacak yegâne takım olacakmış. Ancak, lâfla peynir gemisi yürümüyor, 13 Mart 1941 günlü Cumhuriyet gazetesinde, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün teklifi üzerine, Fener Yılmaz’ın, İleri ve Bozkurt takımlarıyla Haliç Gençlik Kulübü ismi altında birleşerek, tarihe karıştığı yazıyor.

Ayvansaray amele ve hamal semtidir, çoğu Kemahlıdır ve değirmen muhitinde bekâr odalarında kalmaktadır. Aceminin koynunda ağaca çıkacaklarını bildiklerinden onlara konserve fabrikasının işçi kızları dahi bakmazmış. Bu yüzden amele ve hamal kalabalığının Vehbi Efendi’nin kahvehânesine veya Hayri Bey’in gazinosuna takıldığı da görülmüş şey değildir, daha çok Hançerli Hamamı’na gelen Loncalı deyno Çingene kelovlarını dikizleyip, tavşana niyet çektirmişlerdir. ’50 ile ’58 arasındaysa Fethi Naci’nin Avansaray’daki Güven Çeltik ve Bulgur Fabrikası’nda muhasebeci olarak çalıştığını az kalsın unutuyordum. 18’inci yüzyılın en yaman şâirlerinden Ayvansaraylı Afîf’i bilenlerin sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez.

Ayvansaray’dan Eyüp’e doğru iki adım attığınızda, hadi ’31 yılı olsun, duyduğunuz ses Hafız Sabri’nindir, yine Defterdar İskelesi’nde eski tulumbacı reisi Kâhya İsmail’in kahvehânesinde oturmuş, o güzel sesiyle döktürmektedir. Kâhya İsmail’in mekânı önceleri bir tulumbacı kahvehânesiyken, Meşrûtiyet’ten sonra sandalcılara kalmış. Ama biz, evvel zaman iken, develer tellal iken, saksağan berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ip koptu, beşik devrildi, anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi deyip, Defterdar’ın ve Eyüp’ün kahvehânelerini bir başka yazıya bırakalım. Belki 1897 yılında veremden taşlı köye taşınan Defterdarlı tulumbacı Çiroz Ali bile uykusundan kalkıp da sizin için Kâhya İsmail’e şöyle bir uğrayabilir…

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir