Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, Gazze saldırılarına dönük değerlendirmelerinin ikinci bölümünde süreci Tel Aviv ekseninde ele alıyor.
Dünyanın dört bir yanında bir aydır İsrail’in soykırıma dönüşen Gazze katliamını protesto edenler, sadece İsrail’deki Apertheid rejimine karşı çıkmıyor, aynı zamanda Batılı başkentleri de ablukası altına almış olan siyasal Apartheid düzenini ifşa ediyorlar. Biden’ın açıklamaları Putin’in Ukrayna’yı işgal gerekçeleriyle, Avrupalı bakanların vurdumduymazlığı Şi’nin insansız bir düzen hayalleriyle buluşuyor. Batı, İsrail siyasal Apartheid ablukası altında, küresel jeopolitik bunalımın yükseldiği ve ittifak haritalarının güncellendiği bir dönemde, dünyaya İsrail, Rusya ve Çin’den daha farklı bir şey sunamayacağını bir aydır her gün itiraf ediyor. Bu itirafın önümüzdeki yıllarda oldukça ciddi sonuçları olacağını şimdiden söylemek mümkündür.
Demokrasilerin erozyona uğradığı, popülizmin yükseldiği, insan hakları ile refah arasındaki ilişkinin zayıfladığı, vizyoner demokratik liderliğin kaybolduğu ve jeopolitik ciddiyetin ciddi bir kriz yaşadığı dönemde Batı’nın kendi demokrasi kredisini İsrail için bu kadar kolayca harcamasının maliyeti oldukça ağır olacaktır. Bu durum, ikiyüzlülüğün ve çifte standardın ötesinde bir krize işaret etmektedir. Batı, kendi başkentlerindeki İsrail Apartheid ablukasından çıkıp gerek kendi ülkelerinin jeopolitik çıkarlarına gerekse de asgari düzeyde uluslararası kural bazlı düzene yönelmediği sürece krizi büyümeye devam edecektir. Ancak bu durum sadece Batı’nın sorunu değildir. Batı yaptığı tercihlerle bir taraftan hem insanlığın bütün demokrasi birikimini hem de II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ve zar zor yürüyen küresel istikrarı açık bir şekilde tehdit etmektedir.
İsrail’den kimse etnokratik bir Apartheid rejimi olarak herhangi bir ciddi devletin sergileyebileceği asgari olgunluğu sergilemesini beklemiyor. Devlet ile proje, rasyonalite ile mitoloji, sekülerizm ile teokrasi arasına sıkışmış, sınırlarından demografisine, başkentinden anayasasına her şeyi tartışmalı ve meşkuk, komşusu olmayan İsrail’in içine düştüğü krizden çıkmasını da kimse beklemiyor. Binlerce yıl sürgün teolojisi içerisinde var olup, tarihinde ilk kez Yahudi olmayan bir topluluğun üzerinde hâkimiyet kurma ve hükümdarlık etme girişiminin Yahudi aklının taşıyabileceği bir olgu olmadığı artık açık bir şekilde görülüyor. İsrail, Filistinlilerin var olma hakkını kabul etmediği sürece ne Gazze’de ne Ramallah’ta ne de bölgede sürdürülebilir bir barış fikrine ve düzenine ulaşılabilecektir. İsrail’in beklediği tek şey -bölgedekilerle beraber- kendi nüfusunun iki katı kadar olan Filistinlilerin buharlaşmasıdır. Bu saplantılı bakış açısıyla içine düştükleri “Beyaz Körlük’ten” çıkmadıkları sürece Washington ve Avrupa’nın da İsrail maliyetini taşımaları artık eskisinden çok daha ağır olacaktır.
SİYONİST TAHAYYÜL: BİZ NE YAPTIK Kİ SİZE?
İsrail liderliğinin, geldiği noktada, kendi dünyasında meşrulaştıramayacağı bir suç ve savunamayacağı bir ihlal bulunmuyor. Sömürgecilik üzerine çalışmaların duayeni Aimé Césaire’ın zihinlerde yer eden “Avrupa savunulamaz” tezine dair kayda geçen her bir cümlenin daha fazlası İsrail için geçerli hale gelmiş durumdadır. Césaire’ın önemli tespitlerinden olan “sömürgeciler vahşeti ve insanlıktan çıkarmayı (dehümanizasyon) meşrulaştırarak kendileri de dehümanizasyona tabi olmuş ve barbarlaşmışlardır” tespiti, fiilen İsrail ve destekçileri için hayata geçiyor. Netanyahu’dan bakanlarına, dini liderlerinden gazetecilerine varıncaya kadar ezici bir çoğunluk insanlıkla ortak zeminden istifa etmelerini özel bir gurur imkânı olarak da görüyorlar. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” tespiti tam da İsrail’i özetleyen bir hale dönüşmüş durumda. Dünya genelinde ve İsrail’de bu çılgınlığa ortak olmayan Yahudileri de akla ziyan yaftalarla anmaktan ve her fırsatta ezmekten geri durmuyorlar. Bu ilkel fanatizmi anlamaya çalışan dünya vicdanı ise genellikle çaresiz kalıyor. Bu hali anlamak üzere, İsrail’de ünlü olan “Bir Türk öldür, soluklan” deyimi ve hikâyesi İsrail zihin dünyasına dair bir fikir verebilir. Rus Çarı, Osmanlı’ya yine savaş ilan etmiştir.
Çocuğunu savaşa gönderen bir Yahudi anne ise oğluna şöyle seslenmektedir:
“Sakın kendini fazla yorma. Bir Türk öldür, soluklan. Bir Türk daha öldür, tekrar dinlen…”
Oğlu araya girip, “Peki ya Türk beni öldürürse?” der.
‘Seni mi?” diye şaşkınlıkla cevap verir annesi.
“Niye ki, sen ne yaptın ki ona?”
İsrail, 1948’ten beri soluklanıp işgalini derinleştirmeye devam etti. Hayatın, tarihsel bir revizyonizmin saplantılı dünyasında, birkaç binyıl geriden gelip birkaç binyıllık planlarla şekillenebileceğine ve kurgulanabileceğine kendisini fazlasıyla kaptırdı. Soluklanıp, durup, antlaşmalar imzalayıp ve ateşkesler ilan edip zaman dışı bir dünyada bir gün ütopyasına ulaşacağına inandı. Bütün geleceğini küresel jeopolitik dengelere, Batı’nın ve bölgesel totaliter düzenin desteğine teslim ederek işgalini sürdürdü. Modern dönemde, küresel güç matrisinin ve hizalanmaların ne denli hızlı hareket edeceği gerçeği de İsrail’i içine düştüğü körlükten kurtaramadı. Sadece son çeyrek yüzyılda küresel güç matrisinde yaşanan değişimler ve gelecek yıllara yönelik jeopolitik ve ekonomik yeni hizalanma projeksiyonlara rağmen İsrail, Siyonist dogmalarından güvenlik stratejisi çıkarabileceği fikrinden zerre kadar vazgeçmediği gibi ona daha da sıkı sarıldı. Filistinlilere karşı güçlü olmasının gerçekten bir anlam ifade etmediğini, askeri ve ekonomik gücü hangi sofistike ve teknolojik devrimler yaşarsa yaşasın, İsrail’in kendisine düşman bildiği, yan yana, iç içe ve “bir taş mesafesindeki” Filistinliler için fazlaca bir anlamı olmayacağını idrak etmekte direndi. İnşa ettiği her duvarın aynı zamanda kendisi için de mahpushane duvarlarına dönüştüğünü göremedi.
Bölge ülkelerindekiler hariç, kendisi kadar nüfusu olan Filistinliler, yüzlerce milyonluk Araplar ve Müslümanlar karşısında güç asimetrisinin son tahlilde anlamsız olduğunu anlamamakta direndi. Kelimenin tam anlamıyla sapkın ve zalim bir işgal düzeninin kendisi için de distopik bir hayat ve 24 saat tedirginlik dünyası anlamına geldiğini anlayamadı. Bölge ülkeleriyle giriştiği “normalleşme” süreciyle Ortadoğu’da “İsrail düzeni” kurabileceğine kendisini ikna etti. Bu ikna sürecinde, İsrail ve Filistin realitesine yabancı, başta Amerika olmak üzere Avrupa’daki Siyonist damarların sağladığı lojistiğin faydadan çok daha fazla zarar verdiğini görmek istemedi. Dinci Siyonizm’in seküler Siyonizm’e bilendiği, her ikisinin de demokrat Yahudi damara düşman olduğu bir garabetten devlet yerine distopik bir proje çıktığını kabul etmedi.
Bu cenderede Washington ve Avrupa hâlâ “Sen ne yaptın ki ona!” sorusuyla İsrail yükünü taşıyabileceklerini düşünüyorlarsa sadece vahim bir hata içerisinde değil, aynı zamanda akıl almaz bir ciddiyetsizlik içerisindedirler. Hatırlatılması gereken şey, bu kadar ciddiyetsizliği ve sorumsuzluğu sirke dönüşen Batılı siyasal elit sahnesinin bile taşıyamayacağıdır. Gazze veya Filistin meselesi artık bir coğrafi noktada yaşanan işgal, etnik temizlik, soykırım veya Apartheid sorunu olmayı aşmış bir mesele haline geldi. Küresel düzeyde yıllardır birikmiş ama ifade kabiliyetini kaybetmiş sahici adalet ve siyaset sorunlarının ifade şekline dönüştü. İsrail sorunu, küresel düzeydeki her türlü adaletsizliğin ve çarpıklığın; Filistin Meselesi’nin çözümü ise adalet, insan hakları ve demokrasi arayışının ifadesine dönüşmüş durumdadır. Demokrasinin olmadığı ya da büyük demokrasi açığı olan ülkelerde kitlelerin henüz bu adalet arayışını ifade edecek imkânları olmayabilir. Ancak Batılı elitlerin tefessühüyle mücadele edecek bir azim ve güçte sosyal hareketliliğin varlığı ümit vermektedir. Zira bu yeni dalga insanlık adına elde edilen kazanımları Gazze vesilesiyle muhafaza edecek bir azmi haftalardır herkese gösterdi.
Gelinen noktada, Gazze ne kadar enkaza dönerse Batılı elitlerin demokrasi, insan hakları ve hukuk söylemi de o kadar darbe almaktadır. Bir taraftan tam bir akıl tutulması yaşayan, kendi jeopolitik ve ulusal çıkarlarını bile göz ardı eden İsrail ablukası altındaki Batılı siyaset, üniversiteler, sermaye ve medya elitleri kredisini tüketirken, sokaklardan yükselen Gazze vicdanı yeni bir demokrasi, insan hakları ve hukuk diliyle zuhur etmektedir. İsrail’i korumak adına açık bir şekilde ifade hürriyetini baskılamayı ve yasaklamayı göze alan yaklaşımlar, farkında olmadan yeni bir hareketlenmenin başlamasına yol açtılar bile. İsrail’i küresel bir tabu olarak kabul ettirme girişiminin ters tepeceğine şüphe yok. İsrail’in “soluklanarak” katliamlarına devam edebilmesini sağlamaya çalışan Batılı başkentler, karşısında “soluksuz” bir şekilde itirazını ortaya koyan sokakları bulduğu sürece Gazze; Filistin’i, İsrail’i ve Batı’yı aşan küresel vicdana dönüşmeye devam edecektir.