OSGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş “Deprem felaketinin öncelikle tabiat yasası olması, sonrasında ise birey, toplum ve devletin bu konuda önlem alabileceği eşyanın hakikati gereğidir” diyor.
Ülke gündeminde oldukça üzüntü verici bir duruma düşmemizi sağlayan deprem felaketinin öncelikle tabiat yasası olması, sonrasında ise; birey, toplum ve devletin bu konuda önlem ve çözüm alabileceği eşyanın hakikati gereğidir. O nedenle de gündemi sarsan bir hakikat olan deprem olgusunun fiziksel süreci ile sosyal kazanımı devre dışı bırakmaması gereklidir. Hatta sağduyulu olan herkesin konu hakkında düşmanlık ve kavga üreteceğine çözüme ve dahi önlem alışa katkı sunan tercihlerden bahsetmesi lazımdır.
Daha dün pek çok insan ve toplumun sorun yaşamasına kaynaklık eden ve küresel pandemiye sebep olan benzer felaket durumlarının olduğu bilinmektedir. O açıdan, başta deprem olmak üzere, bu gibi sorun hatta felaketlerin kalıcı bir düzlemde çözüme kavuşturulması gerekli bir adımdır. Belki de insan ve diğer canlılar gibi olmadığı bilinen ve farklı bir tanımlamayla cansız varlığın dahliyle hayata tutunan hatta deprem, salgın ve koronavirüs gündemiyle yatıp kalktığımız bu günlerde, insanoğlunun ne denli değerli ve de etkin bir varlık olduğunu yeniden görme fırsatımız olmaktadır.
Tabiidir ki onun sorun teşkil eden pek çok yönleri olduğu gibi, bundan daha da etkin olan sorun çözen yönlerinin öne çıkmasıdır. Kim ve neyin ürettiği bilinmeyen bir virüsün insanlığı yok etmesine müsaade etmeyen bu varlık, ortaya koyduğu çabasıyla da takdir toplamaktadır. Yaptıkları vasıtasıyla Yüce Allah’ın da takdirini kazanacak olan insan, kendisine olan güveni de boşa çıkarmayacaktır. Şimdi onun ne denli etkin bir varlık olduğuna değinme vaktidir diyebiliriz.
İnsanoğlu, kendi eylemlerini gerçekleştirebilecek donanımda yaratılmıştır. Onun kader tasarımı, bütünüyle ‘eylem yapabilecek niteliğe hâiz olmasıyla’ vücuda getirilmiştir. Bu sebeple, kişisel sorumluluk alanının zarar görmemesi için, insanın iradeli fiilleri noktasında gerek tasarım aşamasında, gerek eylem başlangıcı olarak, gerekse de neticelendirme sürecinde yalnızca kendi katkıları geçerlidir denilebilir.
Bilinmelidir ki Âhiret’teki hesabına taalluk edecek işler paralelinde sadece belli alanlarda mutlak irade sahibi olmakla diğer varlıklardan üstün kılınmış olan insanoğlu, başta yoktan yaratma eylemi olmak üzere hiçbir alanda Yüce Allah’ın ne rakibi ne de ortağıdır. Özellikle geçmiş dönemlerde bu algı üzerinden tartışmaların yapılmış olması ise doğru bir yaklaşım değildir.
Daha yakından bilebildiğimiz kadarıyla pek çok varlık, dünyaya geldikten hemen sonra yürümeye hatta potansiyel kuvvetlerini kullanmaya başlamaktadır. Bu ameliyenin biyolojik bir üstünlükle ilgisinin olmaması, buna mukabil ilgili canlıların yaratılış değerlerine atfen adeta otomatikleşmiş bir sonucun gerçekleşmesi, bu süreçleri daha olgun ve yavaş adımlarla ilerleyen insanın farklılığına işaret etmektedir.
Öyle ki, olgunluk seviyesine gelinceye kadar sözü edilen diğer varlıkların pek çoğunun ömründen daha çok bir zamana ihtiyaç duyan insanoğlu, yaratılmış diğer varlıklardan başka olarak yetişmesinde uzun dönemlere muhtaç olan bir varlıktır. Bu süreç, onun gerek zihinsel manada gerekse de bedensel manada gelişip serpilmesinde özen gösterilmesi gereken etkin bir varlık olduğunu göstermektedir. Zira insanoğlu, diğer canlılar gibi doğumunun hemen ertesinde ayağa kalkamamakta, bu yüzden de fıtratına yerleştirilmiş yetenekleri hemencecik işlevsel hâle getirememektedir. Belki de bu sürecin olgunlukla ilerlemiş olması, onun değerini artıran önemli bir etmen olmaktadır.
Filhakika, insanın yazılı bir kitaba ve sözel bir örnekliğe muhtaç olarak yaratılmış olması gerçeği, olgunluk sürecinin de başka varlıklarda olduğu gibi otomatikleşmiş bir vetireden ayırmakta, dahası insanı kurulu robot pozisyonundan alıp, iradeli bir sürece mahkûm etmektedir. Bu mahkûmiyet sayesinde insanoğlu, muhataplığının ontolojik boyutunu kavramakla kalmıyor, süreç içerisinde onu mükemmel bir şekilde icrâ da edebilmektedir. İnsan için herhangi bir üstünlükten bahsedilecekse bu adımın atılabilir olması bile, onun adına yeter sebep sayılabilir.
Kanaatimizce Yüce Allah’ın ne’liği üzerinden tartışmanın sürdürülmüş olması meselenin hallinde hayli güçlükler çıkarmaktadır. Haddizatında doğrudan insanın problem alanında işlevsel olan bu konunun çözümüne mutlak varlık üzerinden gitmek, hiçbir surette doğru bir yaklaşım olmasa gerek. İnanç ve kültür tarihimizin başat problemlerinden olan “kişisel özgürlük” sorunu, tarihsel dokunu ortaya koyduğu gibi meselelerin Tanrı odaklı değil, insan odaklı ele alınması gerekmektedir. Zira son tahlilde Yüce Allah’ın ne olduğunun kararını verecek olan merci de insanoğlu değildir. Bizim tartışma alanımız ise insanın sınır ve sorumluluklarıyla ilgilidir, Yüce Allah’ın değil.
İnsan denilen iradeli varlık, kâinatın imarı için görevlendirilmiş özel bir unsur da değildir. Zira kâinat, ezelden beri mükemmel bir şekilde zaten var edilmiştir. Onun görevi, olsa olsa içerisinde yaşadığı çevreyi onarmak ve de bu çevreyi daha bir yaşanılır hâle getirmek şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sebeple insanoğlu, dünyadaki kalıcılığını destekleyecek yeni şeyleri bulabilme becerisiyle donatılmıştır. Dünya hayatı onun için imar ve iskânın da içerisinde olduğu farklı bir çalışma alanı olarak tarif edilebilir.
Hatta o, mevcut olandan yeni şeyler üretebilme yeteneğine binaen bu sahada yeni şeyleri yapabilmek için vazifelendirilmiştir. Onun vazifesi, kendi hayat alanları için daha iyisinin imarı olduğu kadar, kendinin dokunabilme şansı bulunmadığı alanlarda yani dış dünyadaki düzeni ve işleyişi de keşfetme üzerine inşâ edilmiştir. Bu keşf hâlidir ki, onu diğer canlılardan büsbütün ayıran temel ve etkin bir nitelik olarak durmaktadır.
Yaratılış, misak ve şükür olguları çerçevesinde gelişen bir beşer algısı, insan sorumluluğunu betimleyen en genel üç oluşumdur denilebilir. Bize göre, verili bir değer olan yetenek ile bütünüyle insanî bir hassa olan vazife bilinci, ancak sağlıklı bir şükür anlayışı üzerinden gerçekleşmiş olursa insanı Yüce Allah karşısında daha değerli bir varlık hâline getirebilir. O kadar ki, bu değerler bilinmeden insanın Yüce Allah karşısındaki konumunu anlamak da mümkün değildir.
Haddizatında düşünce tarihi içerisinde insanı olası güçlü yetenekleri üzerinden tanrısallaştıran fikrî okulların var olmuş olması, bu değerlerin Kur’anî çizgi üzerinden yeniden tanımlanmasını gerekli kılmaktadır.
Beşerin tanrı ilan edildiği her anlayış kendi içerisinde bu yanlışa düştüğü kadar, onun iradî değerlerini yok derekesine indiren okullar da son tahlilde aynı yanlışa dûçar olmuşlardır. Bu gibi ifrat ve tefrit arasındaki dengenin kurulması mutlak surette gerekli olduğu içindir ki, insan olgusunu onu yaratanın gözüyle yeniden dizayn etmenin lüzumu hâsıl olmuştur.
Esasında insanlık tarihi içerisinde benzeri çalışmaların olduğunu da görmekteyiz. Galiba doğru olan şey, bahsettiğimiz okulların kodifiye etmiş olduğu düşünce tarzlarının ikisi de değildir. Binaenaleyh insan, adı geçen iki okulun da söylediğinden daha farklı bir varlık olarak karşımızda durmaktadır. Zira insanın neliğini bilmeden onun üzerinden sağlıklı bir varoluş teorisi gerçekleştirmenin mümkünâtı bulunmamaktadır.
Yüce Allah karşısında mutlak manada irade kullanabilen yegâne varlık olan insan, onun sorumluluk ve yükümlülük alanlarını etraflıca irdelemektedir. Belki şeytan denilen varlığı da bu kategoride ele alabilirsek de, onun yaratılış kodlarının farklı olması hasebiyle insan dışında irade değerinin sorumlulukla bu denli mezcedildiği başka bir varlığın bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir. O kadar ki insandan bahsedildiği her durumda daha ziyade onun potansiyel güçleri ve cârî yeteneklerinden söz etmiş olmaktayız.
Bu güçlerdir ki, insanoğlunu diğer varlıklardan apayrı bir konuma yükselterek Cenâb-ı Hakk’ın karşısında doğrudan muhatap durumuna getirmiştir. İnsanı bulunduğu yerden alarak daha da yükseklere tırmandıran bu hitap, esasında muhataplığın değeri konusunda gerekli uyarıyı da içermekte gibidir.
Hâsılı beşerî vasıfların çepeçevre kuşatmış olduğu bir varlığın bu denli sorumlu kılınması, başka şeylerden maada başlı başına mühim bir kudret intikali anlamına gelmektedir. Yüce Allah’ın doğrudan muhatap almış olduğu bu varlığın neliği konusunda övücü sözler ifade etmek, hatta onun değerini başka unsurlarla desteklemeye çalışmak, hatta varlık kategorisi üzerinden yeni değer alanlarından söz etmek oldukça anlamsız kalmakta, belki de abes kaçmaktadır.
Zira insanın değerini yaratılıştaki muhataplık olgusunun dışına çıkarma faaliyetlerinin anlamsız tevillerle uğraşmaktan öte bir anlamı da yoktur. Bu çabalar, son kertede malûmu ilâm bağlamında şeyler olup insanın ontolojik mevcudiyetine herhangi bir katkı sunmayacaktır.
Yüce Allah’ın genel anlamda kâinat, özel anlamda ise dünya hayatı bağlamında bazı projelerinden bahsedilebilir. Akıl sahibi ve iradeli bir varlığın yaratılması düşüncesi, öyle görülüyor ki bu projenin ağırlıklı bir yerini işgal etmektedir. Bu sebepledir ki, Yüce Tanrı’nın amaçsal değinisi, tasarımın merkez unsuru olan insanı hedef aldığı için, gayet doğaldır ki muhataplığın gerekli koşullarının yerine getirilmesini gerekli kılmıştır.