ESOGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş, sistemli düşünebilme becerisinin Müslüman kültürün en değerli kazanımı olduğuna vurgu yapıyor.
Müslüman kültürün zaman içinde en değerli kazanımının ilkesel bazdan hareketle sistemli düşünebilme becerisine sahip olabilmesidir. Bu tercihin hem kendine hem de insanlığa son derece pozitif katkı sunan değerli bir seçim olacağı şüphesizdir. İster dünün dünyasında olsun, isterse de bugünün hatta yarının ortamlarında merkeze çekilsin, beşerin en değerli hasılatı, insanlığın öne aldığı tecrübelerin takibidir diyebiliriz. Hatta bu konuda en etkin unsurun olası temsilcilerinin yaşayan toplum bazında seçilen elçiler olduğunu da unutmamak lazımdır.
İnsanlığın dünya hayatı serüveninde en değerli katkıdan birisinin örgütsel yapı olan devlet geleneği olduğu unutulmamalıdır. Bu geleneğin aynı zamanda seçilen elçilerin köyde değil şehir ortamlarında seçilmesini de anlamlı kılmaktadır. Zaman içinde değişen ve gelişen örgütsel yapının sıradan halkın yanında kurumun giderlerini temsil etmesi babında belirli geliri hak ettiği de meydandadır. Belki de kabileden devlete transfer olan her toplumun bu kazanıma yakın durarak halka hizmetin bedelini yine halktan alacağı düsturuna odaklandığı da her daim ortada durmaktadır. O yüzden de beşerin sürekliliği noktasında sistemik kuruluşun adı olan devlet örgütünün yapacağı harcamaları giderme adına belirli gelir odaklarından faydalanması en doğru olan bir tercihtir.
Muhatap olan insana hatırlatma aşamasıyla birlikte katkı sunma teklifinin de yine insan özelinde seçilen kişiliklerle merkeze alındığı aşikârdır. Hz. Âdem’den başlayıp Hz. Muhammed’de son bulan İslam Dini tecrübesinin de ilk insandan itibaren zaman içinde muhataplarına belirli ilkeleri hatırlattığı bilinmektedir. Bu katkının ilk anlamda yanlış olanı değiştirme, ikinci aşamada eksik olanı tamamlama, son adımda ise doğru olanı onaylama şeklinde devreye alınan tavsiyenin, beşer nezdinde işlemsel kılındığı değerli üç adımdan ibaret olduğu tezi her dönem akıldan çıkarılmamalıdır.
O yüzden de, insan hayatında hangi dinsel çağrı devreye girerse girsin muhatap olduğu toplumun en fazla yüzde on kabulüne dokunarak, beşerin büsbütün yol ayrımına değil, hakikate uygun ve de sağlıklı yol alışına kapı aralayıp ardından da beşerî seçime yakından dokunduğu unutulmamalıdır. Mamafih Yaratıcı tarafından beşere takdim edilen bu teklifin değişime katkı sunduğu her ortamda kişisel ve toplumsal hakikatlerin beşeri besleyen en değerli birikim olduğu akıl dışı görülmemelidir. Yoksa muhatabın reddini merkeze alan tutumun ilkesel kabule imkân sunmayacağı tarihsel bir hakikat gibi öne çekilmiştir.
Kanaatimizce, diğer kurumsal yapıların sisteme aldığı zekât/vergi ilişkisinin mâhiyeti hakkındaki tasavvur, zaman içinde kabileden örgütsel yapı olan devlete transfer olan Müslümanlar nezdinde de öne çıkmış bir kazanımdır. O açıdandır ki, Yüce Allah’ın önerisiyle kamu geliri olarak belirtilen vergi tedarikinin kurumsal manada görevli memur nezdinde toplanması (Bakara, 2/83; Tövbe, 9/60), beşerin değişim ve gelişimi noktasında kendisine sunulan ve adına din denilen öneriler hükmünde kabul edilmelidir. Yüce Allah’ın akışkan olan devri gözeterek öne aldığı bu öneri, imkân ve tedbir; her dem daha yakından akleden kişi nezdinde asla ve kata unutulmamalıdır.
İlkesel kazanıma kapı aralayan bu önerinin yanında, işin merkezinde aktif durumda olan Hz. Peygamber’in kamu giderleri için tedarik ettiği zekâtın zaman içinde kurumsallaşan devlet örgütü bazında vergi adıyla bilindiği öteden beri tespit edilebilmektedir. Bahsedilen kamu geliri, kısa zaman içinde devreye giren devlet örgütünün kurumsallaştığı devrin en değerli yöneticilerinden birisi olan Hz. Ebû Bekir ile birlikte vergi adıyla dillendirildiği kuşkusuzdur. Üstelik de onun adalet ve hakkaniyet sistemini öne alan bu tutumunun zekâtı kişiye ödeme hakkını öne süren kabilelerle savaş tercihine dahi odaklandığı kabulü, öteden beri gün gibi ortada durmaktadır.
Hiç kuşkusuz, kurumsal hatta sistemik örgütsel yapıdan beslenmeyen her kabile nezdinde, önceleri olası duruma itiraz eden sahabenin de yakın zaman içinde işi bilen yönetici Hz. Ebû Bekir’e itaat ettikleri ortadadır. Ve dahi bu kişilerin ikna edilmesinin ardından kısa bir süre sonrasında onun kabulüne yakın durup, kamu geliri adıyla öne alınan vergiyi ödememekte ısrar eden kabilelerle yapılan savaşı tasdik ettikleri de kuşkusuzdur. Vahiy ölçeğinde dindarlığın temel şartlarıyla yani iman ve namazla bağı kurularak anlatılan zekât yani vergi olgusu, negatif bir gelişme sonrasında; bazı kesimlerce kendilerini besleyen denetimsiz kazanca evrilmesini öne aldığı hususu daha yakından bilinmelidir.
Kanaatimizce, kabileden örgütsel yapı olan devlete gidişin adı olan bu yaklaşım, devletin dinle barışmasının ekonomik ayağı hakkında diskur şeklinde öne alınmalıdır. Kabileden devlete geçişin kurumsal temelini atan Hz. Ömer’in Bizans, Roma ve İran kültüründen transfer ettiği binlerce yıllık geleneğin Müslüman kültüre nasıl katkı sunduğu bilinirse, insanlığın birbirinden beslenme temaşasının ne denli değerli bir tercih olacağını daha yakından anlayabiliriz.
Dünün araştırılması bazında beşeri besleyen ana ilkelerden hareket edebilmenin sağlıklı bir temaşaya yol açacağı ortadadır. Hatta dünün yaşamsal sürecinde beşer tarafından işlevsel kılınan içindekilerin de yarına örneklik sunan bir tercih modeli olması devre dışına alınmamalıdır. İster önsöz, isterse de giriş bazında olsun Müslüman kişi ve toplumun öne alacağı hususların Yüce Allah’ın beşer için devreye aldığı genel ilkeler olduğu unutulmamalıdır. İnsanı besleyen bu ilkelerin sadece Müslümanı değil, doğrudan muhatap olan insanı beslediği tezi de her daim tefekkür edilmelidir.
Bireysel ve toplumsal düzenin basamakları ya da teo-ekonomik sistemin değişik uygulamaları olduğu kabulü, Yüce Allah’ın önerisi olan adalet, hakkaniyet, eşitlik, doğruluk, denge ve helal kazanç noktasında ilk yaratılışın en değerli tedarik gibidir. Kur’an ve infak kültürümüz kavramsal çerçeve bazında ele alınacak olursa, değişen ve gelişen zamanın ana ilkeleri besleyen yeni pratiklere de kapı aralayacağı kuşkusuzdur.
Öyle ki, iktisadî yapı ve mâlî sorumluluklar kümesinin en bâriz vasıflarından olan zekât/vergi, sadaka/yardım, miras/hak ediş ve infak/her türlü katkı gibi kazanımların olduğu yakından tespit edilebilir demek durumundayız. Bunun yanında, aynı zamanda diğer gelir-gider ve kazanç kalemleri durumunda olan yardımlaşma, fey/ganimet ile sistemi besleyen diğer vergilerin hepsi önce insan ardından da devlet örgütünün işi yürütme becerisine yardımcı olan kamusal gelirleri mesabesindedir.
Zekâtın kamu otoritesiyle olan bağı tarihsel seyir izlendikten sonra İslâm Devleti aforizmasını besleyen bazı kesimlerce sayısal gelir anlamında kayda alınan kamu gelirinin dışına taşınarak, adeta bölücü yapı, dinsel örgüt, mezhep, cemaat, tarikat ve diğer kümeleri besleyen etkin bir unsura dönüştürüldüğü ortadadır. Kısa zaman içinde devlet kaydı ve hesabının dışında yola alan grupsal aktarıma giren bu ödemelerin hiçbir elçi zamanında olmayan grupları besleyen bir akıma devredilmesi ise, Yüce Allah’ın merkeze aldığı paylaşımı devre dışına alan dinsel hatta sosyal adaletsizliğin en değerli parçası gibidir.
İşin farkında olan her kişi ve toplum nezdinde daha yakından bilindiğine göre, kamuyu besleyen gelir kalemi olan zekât olgusu, devleti besleyen vergi hükmündeki kamu geliri kalemine yol açan etkin bir tedarik hatta pratiktir. Belki de bu işin farkında olan Emeviler başta olmak üzere bazı İslâm Devletleri, Müslüman olduğunda vergi geliri düşecek kabile ve toplumların dindarlığını hayli uzatmış olduğu ortadadır.
Üstelik de kamu ihtiyacının giderilmesi ve siyasal otoritenin meşruluğu konusu, aynı zamanda kamu harcama kalemi olarak zekât olgusunu merkeze aldığı bilinmektedir. Bu denli katkı sonrasında netice olarak demek lazımdır ki, devletleşen Müslüman toplumlarda ihtiyaç duyulan kamu harcama alanları, ihtiyaçlar hiyerarşisi ve değişen harcama kalemleri bireyi değil devleti yani siyasal örgütlenmeyi öne aldığı görülmektedir.
İşin farkında olanların şahitliği sonrasında merkeze alınan hususun, sistemik kuruluşun muhatabı olan Müslümanlar ile kabile tedarikinden kurtulamayan kişilerin zekât olgusunu vergi cinsinden değil, kendilerini besleyen kamu geliri sadedinde görmeleri olduğu ortada durmaktadır. Bu tespit hatta gerekliliğin devamında söylemek evladır ki, kamu gelirini gruplara taşıyan dindarlık ölçeğinde bahsedilen durum kendine epeyce taraftar bulmuş gibidir. Garip bir şekilde, olması gereken kazanımın devre dışına alındığı bu dindarlık biçiminde hem Kur’an’ın önerisi hem de ilk dönem pratiği yok hükmünde sisteme taşınmıştır diyebiliriz.
Hâsılı, olması gereken hususların yanında oluşan kabuller, Yahudi ve Hıristiyan geleneğinin pratiğini devreye sokan Müslümanlar nezdinde uzun süredir devam eden bir dindarlık biçimine dönüşmüş gibidir. O kadar ki, muhatap olan insanlık tarihi boyunca din devlet ilişkileri hep netameli olmuştur. Bunun bir sebebi, din adamlarının tercihlerinden kaynaklanıyorsa, bundan daha önemli ve baskın diğer nedeni ise, siyasal otoritelerin ellerindeki imkânları paylaşmama arzusundan kaynaklanmıştır denilebilir.
Denilmesi gereken bir şey daha vardır ki o da, vergi anlamında kamu geliri olan zekâtın sosyal sorumluluk projesi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Aynı zamanda, hem kendisini hem de geleceği tedarik eden sisteme ödenen kazanım hükmünde olan zekât yükümlülüğü, devlete bağlılığı merkeze alan vergi ödediğini kabul eden vatandaş sayesinde yabancılaşmayı önler. Hatta bu durum, hem devleti hem de onu aktif eden yönetici mevkiindeki beşeri öne çeken kamu harcamalarının şeffaflaşması demektir.