Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk "Millet veya halk artık devletin bekası adına, devletten nemalanan bir kısım siyasetçi, bürokrat ve iş adamlarından bıktı" değerlendirmesinde bulunuyor.
Komitacılık dediğinizde akla imparatorlukların parçalanması veya ulus devletlerin nevzuhur etmesi gelir. Bu işi özellikle Bulgar, Makedon ve Yunan çeteler bayağı becermişlerdir. Hatta çete kelimesi de Makedoncadan türemiştir. Uluslararası literatüre de giren “Balkanizasyon-Balkanlaşma-Balkanization” teriminden de komitacıların veya çetelerin uyguladıkları gayri nizami savaş taktikleri sonunda, Osmanlı hükümetinden kopmayı başaran Balkan etnik devletlerini kastedilmekteydi. Artık bizim için Balkanlaşma nasıl parçalanma ve bölünme anlamına geliyorsa, dünya siyasi tarihi içinde Balkanlaşma herhangi bir coğrafya için aynı anlama gelmekte.
Tarihte komitacılık modelini ilk sahneye koyan İtalyan Karbonari örgütüydü. Karbonari örgütünün değişik ezoterik yönleri tartışılmakla beraber ana işlevi İtalyan birliğini ve ulus devletinin sağlanması fonksiyonunu icra etmesiydi. Örgüt bunu yaparken hücre tipi yapılanması, halk kitlesine ulaşım başarısı ve ulus inşası ideolojisiyle General Mazini önderliğinde öne çıkıyordu. Bizde de iddia edilir ki İttihat ve Terakki kurucularından İbrahim Temo İsviçre’de bulunduğu sıralarda örgütten etkilenmiş ve esinlenmiştir. Karbonari örgütünün komitacılık yöntemi, sırf Balkan ayrılıkçı milislerinin değil bizim İttihatçılar için de uygulanılabilir bir modeli oluşturmuştur.
Osmanlı modernleşmesinin temel saikı devletin çöküşünü durdurabilme üzerineydi. Bu açıdan baktığınızda Osmanlı modernleşmesine, tarihin görebildiği en uzatılmış bir çöküşü ve bünyesinden genç bir Cumhuriyeti doğurabilme başarısını gösterebilen eksik bir modernleşme öyküsü olarak bakmanız mümkün olabilir. Burada en temel enstrüman bürokrasiydi. Yani ordu ve dışişleri. Çok genç bürokratlar dışa açılmak zorundaydılar. Yabancı dil öğretildiler. Başta Paris, Cenevre ve Londra’ya gönderildiler. Orada devlet açısından muzır fikirlerle tanıştılar. Çoğu muhalif oldu örgütlenmelere katıldılar.
Balkanlar tecrübesi genç Osmanlı bürokrasisi açısından artık vatan ve ulus düşüncelerini geliştiriyordu. Aslında tüm Balkan savaşları ve etnik kopuşları, sırf o zamanki askeri bürokrasi açısından değil, bugün de bizlere anıları intikal eden canlı tetikleyici birer travmaydı.
Başta Enver, Halil ve M. Kemal paşalar komitacılığı Balkan ayrılıkçıları ile mücadele ederken öğrendiler. Onlara karşı, Libya’da da dahil, karşı gayrinizami harp taktikleri geliştirdiler. İttihat Terakki için komitacılık vaz geçilemeyecek bir yöntem haline geldi. Teşkilatı mahsusadan, Karakol cemiyetine kadar uzanan ve bugün de devam eden hikâyede bu izleri görebildik.
Kurtuluş savaşı içinde ve bazı önemli mücadelelerde bu çalışmaların önemli etkisine şahit olduk. Ancak bu işin doğası gereği bu yapı zamanla Atatürk’ünde müdahalesi gibi nizami unsurlarla çelişkiye düştü ve tasfiyeler de oldu. Öyle ki zamanında bazı aydınlar komitacılıkla ilgili “müfrit vatanperverliğe komitacılık denir” tanımını yapmışlardı. Yazar Doç. Dr. İsmail Akbal, Timaş yayınlarında çıkan eserinde ülkemizdeki bugünkü komitacılık tanımını “devlet bünyesinde örgütlenen bürokrat ve siyasilerin çözemediği sorunları ilkel yöntemlerle çözme” olarak da tanımlıyor. Bu konular ister istemez dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “devlet için kurşun atanlar ve yiyenler şereflidir” söylemini de çağrıştırıyor.
Komitacılık evrim ve mutasyonlarıyla doğal olarak iç ve dış tehdit dönemlerinde savunma mekanizması olarak, devlette hep etkili olmuştur. Ancak olumsuz yan etkileri, dünden bugüne kendisini zihniyet ve eylem planında günümüzde de hissettirmektedir.
Cumhuriyetimizin kuruluşunu veya ilk yüzyılını belki II. Meşrutiyet sonrası gelişmeler ile başlatmak, anlamak açısından daha iyi olacaktı. Ben bu yazımda bu sürekliliği yakalamaya çalıştım. İTC’nin iktidara geldiği 1909’dan 1918’e kadar komitacılık aynı zamanda öteki addedilenleri bir bastırma aracı olmuştur. Yolsuzlukları açığa çıkaran muhalif 1909 da Hasan Fehmi ve 1912 de Ahmet Samim gibi gazetecilere yapılan faili meçhul suikastlar bunlara sadece birkaç örnektir. Sırf yolsuzluk değil, muhalif fikir ve tezleri savunanlarda o zamanki karar vericilerin politikalarına tehdit teşkil ettikleri gerekçesiyle Topal Osman gibi komitacılar tarafından Ali Şükrü beyin katil örneği benzer akıbetlere uğratıldıkları ifade edilmektedir.
Burada sorun, ciddi bir iç tehdit veya dış tehditte maruz kalan bir devlette, güvenlik gerekçesiyle yolsuzlukları açığa çıkartanların ve eleştirel düşünce dozunu yükseltenlerin acımasızca tasfiyesinin yapılması gibi gözükmekte. Meşrutiyetten demokrasiye kadarki dönemde keyfi kuvvetler birliği sistemi hep tartışmanın odağındaydı.
Yine aynı dönem içinde muhalif siyasi organizasyonlar, ihanet veya suikast gerekçesiyle kapatıldılar. Yerel yönetimlerin güçlenmesini, liberalizmi ve sosyalizmi savunanlar bunlardan öncelikli nasiplerini aldılar. Bu anlamda Ahrar, Müstakil Sosyalist ve Hürriyet-İtilaf fırkalarını Osmanlı dönemi için, Cumhuriyet dönemi için ise Serbest Cumhuriyet fırkası örneklerini verebiliriz.
93 Harbi ve Balkan savaşları, anayasanın askıya alınması ve otoriterleşmeye sebep teşkil edildi. 1974 Barış harekâtı sonrası ülkede uzlaşma ortamı kuvvetlendiyse ne yazık ki Çözüm süreci ve 15 Temmuz kalkışması sonrasında ülkemizde ve devlette otoriter eğilimler güçlendi.
Cumhuriyetimiz yukarıda örnekleri verilen minvalde kitlesel göçler, cihan savaşı, işgal ve kurtuluş savaşı üzerine kuruldu. Başta İmparatorluğun kaybı olmak üzere göçler ve savaşların yaslarını tutmaya vakit bile olamadı. Bu acıların üzerine inşa edilen kimlik ve aktarım figürleri üzerinde duyarlılıklar yoğunlaştı. Bir önceki yazımda ortak aidiyet için müphemliğin önemini belirtmiştim. Ayrıca travmalarını onarmış birey ve kitlelerde iyi ve kötüyü bir arada tutabilme özelliğinden bahsetmiştim.
Ne yazık ki Meşrutiyetten itibaren bugüne gerek kutuplaşan toplum ve bireyleri gerekse de kuvvetler birliğini pek seven devletimizin karar vericileri, oldukça müphemlikten uzaklaşmış, iyi ve kötü kategorizasyonlarını hep kendi lehlerine işletmişlerdir. Hain-kahraman, iç-dış düşman ayrımları veya ucuz komplo teorileri kolayca milletin bir bölümünü ötekileştirmekte kalmamış imparatorluk bakiyesi miras iç ve dış sorunları kronikleştirmiş veya ötelenmeye çalışılmıştır. Bu süreçler aynı zamanda bu topraklarda çok gerekli olan uzlaşma kültürünün gelişmesini de engellemiştir.
Bugün sanki etnik ayrılıkçılara savaşan ve kendi ulusunu inşa etmeye çalışan komitacıların ruhu veya alışkanlıkları devletimizin ve siyasetimizin bir kısmı içine yerleşmiş gözüküyor. Belki de Talat ve Kara Vasıf’ın ruhları bugünkü yapı ve çekişmelerin odağındaki rantı gördükçe kan ağlıyorlardı. Onlar ve çoğu arkadaşları kendi idealleri doğrultusunda dürüst ve adanmıştılar. Zira Susurluk fotosundaki rant, kadın izleri ve bugünkü tartışmalar bizlere şu anki komitacılık anlayışına ilişkin bazı üzücü ipuçlarını vermektedir.
Ülkemizin yolsuzluk endeksinde hızla yükselmesi, anayasaya uyulmaması gibi benzer konularda milletin bekasına ilişkin konularda duyarlılık göstermeyen özünü de yitirmiş komitacılık ruhu, iç ve dış düşmanlar hususunda çok duyarlılık göstermekte. Burada asıl beka tehdidinin, ortak aidiyetin zayıflaması veya kendi yurttaşını tehdit unsuru görmek olduğunun fark edilmesidir.
Millet veya halk artık devletin bekası adına, devletten nemalanan bir kısım siyasetçi, bürokrat ve iş adamlarından bıkmıştır. Devletin kurumları yeniden inşa edilmeden, kutsallığı üzerine devam ettirilecek eski anlayışın, ikinci yüzyılda artık toplum tarafından taşınamayacağını görmek gerekiyor. İlgili kurumlara ve kurallara bağlı olmayan otonom yapıların millet adına denetime alınması öncelik arz etmektedir.
Ülkemiz artık cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, devletin devletini değil milletin veya halkın devletini umutla beklemektedir.