Hukukçu Yazar Mustafa Everdi, Delhi Sultanlığı örneği üzerinden Türkiye’de seçimden önceki tabloya ilişkin değerlendirmelerde bulunuyor.
1300’lü yıllarda Delhi Sultanlığı, I. Dünya Savaşından sonra Avusturya ve günümüz Türkiye’si nasıl bir araya gelebilir? Aralarında nasıl bir “ortak” bağ var? Mamur olan ülkeler tarih-coğrafya ve siyasetin çekimi ile hangi badirelere uğrar?
Bu sorulara cevaplar arayacağız yazıda.
Elbette tarihin bir mantığa göre geliştiği varsayılırsa, biz yalnızca olayları görüyor, kuralları hiçbir zaman dikkate almıyoruz. Bu bakımdan ekonominin nasıl işlediğini sözkonusu bu üç örnekten hareketle tahmin etmemiz gerekiyor. Yüzeysel tartışmalarla ilerleyen seçim sürecinde konuya bir derinlik kazandırır belki. Tarihsel olandan hareketle yaşadığımız badirelere açıklık getirir; bu kıyaslar.
Ülkelerin ve yöneticilerin yükseliş ve çöküş süreçleri bazen kısa yıllara sığar. Aynı Sultan (başkan) döneminde ihtişamı ve gerilemeyi hatta çöküşü yaşayabilir toplumlar. Sevinçleri ve acıları. Zenginliği ve fakirliği de. Ne ülkenin zengin kaynakları ne insanların yetkinliği emniyetli bir gelecek garantisi veremez. İzmihlal ve ihtişam ikiz kardeşler gibidir. Bir toplumun zekâları istikrarı sağlamakla, ülkelerinde üstünlük ve etkinlik iddiasında bulunabilirler. Hukuk içinde kalmakla. Yoksa bir kişinin özel tercihlerinin bedelini bütün bir toplum ödemekle karşı karşıya kalabilir.
Kaçınılmaz kader, umutları söndürür bazen, bazen de en ümitsiz vakada bir yükseliş getirebilir. Bin yıllar önce de yaşanabilir bu kırılmalar, doğuda ve batıda da. Siyasetin gücü devleti küheylana da çevirir, uyuz bir merkebe de. Denetimsiz güç, keyfe keder siyaset, devleti leşe de ulaştırır, ihtişama da.
BİR DELHİ SULTANI: MUHAMMED TUĞLUK
Elias Canetti, Kitle ve İktidar kitabında Yeni Delhi Sultanı Muhammed Tuğluk’a yoğunlaşır. Şans eseri, bu Sultan’ın, açık ve ayrıntılı bir tablosu var elimizde, der. İbni Battuta Delhi Sultanı’nın sarayında ve hizmetinde yedi yıl geçirdi ve bu yılların, Sultan’ın ve yönetim biçiminin canlı bir tasvirini bıraktı. Ayrıca Sultanın tarihini Ziyaeddin Barani yazdı ve bugüne ulaştı o kitap da.
“Bu kral armağan vermekten ve kan dökmekten herkesten çok hoşlanan bir insandır.” İbni Battuta sultanın sarayında iktidarın iki yüzünü fark etmeyi öğrendi; iktidarın, o güne kadar çok az insanın bildiği, hem aşırı cömertliğini hem de öldürücülüğünü öğrendi.
Kültürlü bir sultandı Muhammed Tuğluk. Dindardı aynı zamanda, dininin kurallarına sıkı sıkıya bağlıydı ve şaraptan kaçınırdı. Saray mensupları namaz saatlerine dikkat ederlerdi, kılmayanlar şiddetle cezalandırılırdı.
Sultan’a karşı en ağır ithamlardan biri, Delhi sakinlerini kentlerini terk etmeye zorlamasıydı. Kendisine bakılırsa, onları cezalandırmak için iyi bir nedeni vardı. Delhililer ona hakaret ve yergi dolu mektuplar yazmayı âdet edinmişlerdi. Bu mektupları mühürledikten sonra üzerine “Dünyanın Efendisine. Bunu ondan başka hiç kimse okumasın” yazıp gece toplantı odasına atıyorlardı. Sultan mühürleri açınca, içinde hakaret ve küfürden başka bir şey bulmuyordu. Sonunda Delhi’yi harabeye çevirmeye karar verdi.
Sultanın çılgın planları vardı. 370.000 süvarilik bir orduyla Çin’i fethetmek gibi. Ne var ki bu mümkün olmadı, daha başlangıç aşamasında başarısızlığa uğradı ve ordu dağıtıldı. Muhammed Tuğluk için bile devasa sayılacak miktarda para tamamıyla ziyan edildi. Bir başka seferde Çin’in fethedilmesi Himalayalar üzerinden denendi. On adam hariç bu ordunun tamamı yok oldu.
Hindu krallarının vergileri her taraftan akıyordu ve babasından, başka şeylerin yanı sıra, külçe altınla dolu bir hazine miras kalmıştı. Ama bütün bunlara rağmen, kısa sürede parasız kaldı ve tipik bir biçimde bu eksikliği bir hamlede temin etmeye yönelik bir yöntem aradı.
Çinlilerin kâğıt parası olduğunu duymuştu ve benzer bir şeyi bakırla yapma fikrini edindi. Her şey bakır karşılığı alınıp satılmaya başladı. Prensler, köy şefleri ve toprak sahipleri bu bakır para sayesinde zenginleştiler ve devlet yoksullaştı. Kısa süre sonra paranın değeri hızla düştü, sonunda bakır paralar çakıl taşlarından daha değersiz hale geldi.
Kendisinden önceki yöneticilerin döneminde zaten vergiler çok yüksekti; şimdi daha da yükseltilip amansız bir zulümle toplandı. Köylüler meteliksiz kaldılar. Toprak sahibi olan her Hindu toprağını terk etti ve küçük büyük gruplar halinde her yerde bulunan asilere katılmak için vahşi ormana kaçtı. Topraklar işlenmeden kaldı; giderek daha az tahıl yetişti; merkezi eyaletlerdeki açlık özellikle uzun bir kuraklıktan sonra imparatorluğun her yerine yayıldı. Bu kuraklık yıllarca sürdü, aileler parçalandı, kentlilerin tamamı açlıktan öldü ve binlerce insan yok oldu.
İmparatorluğun kaderindeki gerçek değişimi ortaya çıkaran belki de bu açlıktı. İsyanlar sıklaştı ve eyaletler peş peşe Delhi’den koptular. Muhammed Tuğluk hiç durmadan taşradaki isyanları bastırıyordu. Zulmü arttı.
Muhammed Tuğluk yaptığı zulüm yüzünden hiçbir vicdan azabı duymuyordu; aldığı bütün önlemlerin meşru olduğuna kesinlikle inanmıştı. Bütün siyasi hastalıkların içinde en büyüğü ve en meşumu, halkın her kesiminde genel bir tiksinti hissi ve güven ihtiyacıdır. “İsyankârlar, başkaldıranlar, muhalifler ve sevgisi azalmış insanlar için tek çarem kılıcım. Ben ceza uyguluyor ve kılıç kullanıyorum ki acıyla tedavi sonuç versin. İnsanlar ne kadar direnirse, ben o kadar ceza vereceğim.”
Muhammed Tuğluk’un sertliği başarısızlıklarıyla arttı, diğer bütün açılardan sonuna kadar aynı kaldı. Bir katilin elinden ölmedi. Yirmi altı yıl hüküm sürdükten sonra, bir cezalandırma seferinde yakalandığı hummadan öldü.
Ne yaparsa yapsın, her zaman korumayı başardığı bir kitle vardı. Başarısızlığını Abbasi Halifesinden destek almaya çalışmakla kapatmaya çalıştı. (Kitle ve İktidar-Elias Canetti)
BİR ÜLKE NEDEN UCUZLAR YABANCILARA?
“Değerler tepeden inme düşerken Avusturyalıların hep kaybettiğini ve böyle anlarımızda bulanık suda iyi balık avlanacağını, bazı yabancılar fark etmişti.
Üç yıl gittikçe artan bir hızla süren enflâsyon sırasında, memlekette durmuş oturmuş tek değer ölçüsü, yabancı paraydı. Avusturya Kuronunun parmaklar arasından kayıp gittiğini gören herkes, İsviçre Frankı, Amerikan Doları istiyordu. Ekonomik durumdaki bu dalgalanmaları sömürmesini bilen yığınla yabancı, can çekişen Avusturya Kuronunu daha büyük hırsla tıkınıp değerden düşürüyordu.
Avusturya yeni bir “bulunmuş ülke” olmuş, felaketli bir “turist sezonu” yaşamaktaydı. Viyana’nın bütün otellerini bu leş akbabaları doldurmuştu. İsviçreli küçük otel kapıcıları, Hollandalı stenograflar, Ring caddesinin en lüks otellerinde kalıyordu. Salzburg’un ünlü ve lüks Avrupa oteli, uzun bir süre işsiz İngilizlere kiralanmıştı. Zira İngiliz işsizlik yardımları sayesinde burada, kendi kenar mahallelerinden daha ucuza yaşıyorlardı. Avusturya’da hayatın pek ucuz olduğu haberi yavaş yavaş yayılmıştı.
İsveç’ten, Fransa’dan açgözlü yeni konuklar geliyordu. Viyana’nın iç mahallelerinde Almanca’dan çok İtalyanca, Fransızca, Türkçe ve Rumence konuşuluyordu.
Sınır şehri Salzburg’da bütün bu soygunların çeşidini görmem için her gün bir sürü fırsat vardı. Sınıra komşu köy ve şehirlerde oturan binlerce Bavyeralı, her gün bizim yana geçip küçük şehre yayılıyordu. Elbiselerini burada yaptırıyor, otomobillerini tamir ettiriyor, eczane ve hekime uğruyorlardı.’’ (Stefan Zweig Dünün Dünyası, MEB yayını s.364)
Genel olarak, olumlu gelişmelerin etkisini göstermesi zaman alırken, olumsuz olan çok çabuk gerçekleşir; yıkmak, yapmaktan çok daha kısa sürer ve çok daha kolaydır.
Benzerlik gerçekten müthiştir. Başarıların ardından çılgın projeler ve ekonomide deney yapmak gibi. Bakır paralar ile KKM arasında benzerlik kurabilirsiniz. Dünyanın en zengin ekonomisi, halkı aç ve perişan kılmayı, ülkede tarımın sona ermesini, ödül ve cezalardaki ölçüsüzlüğü görünce dersiniz aradan geçen zamana, değişen ekonomik araçlara rağmen halkın aynı kaderi yaşaması nasıl bu kadar benzeşebilir. Enflasyon ve paranın değersizleşmesi sonucu yabancıların ülkeyi yağmalamasının acısını Stefan Zweig ile birlikte yaşarsınız.
Oysa AKP hükümetinin kayda değer ilk on yılı iç ve dış politikadaki başarılarla dikkat çekmişti. “Esasen, AKP’nin içerde ve dışardaki başarılarının modern Türk tarihinin en çarpıcı dönemlerinden birini temsil ettiğini düşünebilirdiniz. Bu dönemde ekonomi canlanmış, milyonlarca Türkün refah düzeyi yükselmiş ve Türkiye şaşırtıcı bir büyümeyle uluslararası ekonomiye dâhil olmuştur.” (Graham E. Fuller, Türkiye ve Arap Baharı/Orta Doğu’da Liderlik Çeviren: Prof. Dr. Mustafa Acar, Eksi Kitaplar, 2016, s.23)
Dünyaya örnek gösterilen bir başarıdan sonra tek adamlığı getiren Başkanlık sistemi ile her şey gibi ekonomi de tepetaklak olmuştur.
Geçmişte de benzer ekonomik krizler görüldü Türkiye’de. Ancak gıdada sıkıntı ve pahalılık bu kadar yaygınlaşmamıştı. Kira bedelinin bu kadar artması orta sınıfın gözünü korkutacak boyutlara ulaştı. Dövizin yükselişi yabancılara ülkeyi cennet kılarken, vatandaşlara açlık, yoksulluk ve mahrumiyetlere katlanma getirdi sonuçta.
Üstelik bütün bunlar hukuki güvenliğin ve insan haklarına yönelik ihlallerin telafi edilemez kayıplar pahasına gerçekleşmesine rağmen. “Şu halimize bir bakın. Her şey tersine dönmüş, her şey tepetaklak. Doktorlar sağlığı, hukukçular hukuku, üniversiteler bilgiyi, hükümetler özgürlüğü, medya enformasyonu, dinler de maneviyatı yok ediyor.” Diyordu Michael Ellner.
Bu halimize rağmen Türkiye Yüzyılı, Dünya Lideri gibi algı çabalarına en kesin cevap İsrail’deki direnişten geliyor;
‘SONUMUZ TÜRKİYE GİBİ OLSUN İSTEMİYORUZ’
Yargı reformuna karşı sokağa çıkan İsrailliler, pankartlarla protesto yapmaya devam ederken gösterici bir kadının elinde bulunan pankart bütün dünyanın dikkatini çekti. Söz konusu pankartta “Sonumuz Türkiye gibi olsun istemiyoruz” cümlesi olumlu çağrışımlar yapmıyor elbette. İçerde inkâr ettiğimiz gerçek fotoğraf, böyle zuhuratlarla en net şekilde görülüyor diyebiliriz.
“Faiz sebep enflasyon sonuç”, yetkisiz bir kişinin iddiası olsa gülüp geçebilirdiniz. Arkasında siyaset, iktidar, devlet durunca ağlamak ve sonuçlarına bütün bir toplum olarak katlanmak zorundayız. Belki Alman Adenauer’un sözünü kulağımıza küpe ediniriz: “Bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi bir kişiye verecek kadar aptal olmayacağız.”
Delhi Sultanlığından bugüne asırlar geçti. Denetlenemeyen gücün meş’um sonuçları kaçınılmaz kayıplara katlanmayı getirdi Türkiye’ye. Çıkış için önümüzde 14 Mayıs seçimi var. Tarihe bu yönden bakmak, haraptar ülke ile mamur ülke tercihine belki bir nebze açıklık sunabilir.